Mutfak dolapları yapan bir dükkânda çalışıyorum. Dükkânımız, yani çalıştığım yer demek istedim, bitmemiş bir inşaatın bodrum katı. Gün ışığı görmüyor. Bana sorarsan böylesi iyi. Daha iyi. Yani, ne bileyim? Böyle olunca kendini işine veriyorsun. Bir nevi dikkatini de vermiş oluyorsun. Koltuk takımları, vitrinler, yemek masaları da onarıyoruz. Bu saydıklarımın sıfırını da yaparız. Yani usta öyle diyor. Ama yapmıyoruz. Niye, çünkü, “Büyük firmalar çıkınca mertlik bozuldu” diyor usta. Hakikaten, zanaatkâr mı kaldı? Eskiden, edebiyatı yapmayalım. Moruklar gibi. Yine de eskiden terzi vardı, değil mi? Kasap, bakkal filan icabında… Usta diyor ki, şu büyük şirketler için, “Keresteyi, suntayı aklımızın alamayacağı miktarda alıyor bunlar. Alır. Para var namussuzlarda, anladın mı? Sonra bizim maliyetimizin beşte birine satıyorlar. Zanaatkâr mı dayanır” diyor.

Konuyu şey ettik biraz. Limon sıktık yani. Bizim atölyeyi tavandan sallanan yüzlük beş ampul aydınlatıyor. Bir de kapı açık olduğu zaman, merdivenlerden aşağıya süzülen gün ışığı… O zaman, atölyede keresteden havalanan zımpara tozu, merdivenlerden inen güneş ışığında sis bulutuna dönüşüyor. Yani öyle görüyorsun. Bundan dört, beş ay kadar önceydi. Dükkânda, yani atölyede çalışıyoruz. Kapıdan, zımpara tozlu sisin içinde bir karartı girdi. Anladınız mı? Şöyle yavaş yavaş merdivenlerden indi. Merdivenlerden inen kalem topuklarla basamaklar arasından sızan gün ışığından anladım. İnce topukların üstündeki karartı kadınındı. Makinelerimiz gürültülü çalışıyor. Haşmet Usta çalıştığı makineyi kapattı. Karartıyla konuştuktan sonra,

“Tamam hanımefendi, adresinizi aldım” dedi. Kadın arkasını döndü. O, basamakları çıkarken ben topuklarıyla basamaklar arasından sızan ışığa daldım yeniden. Dalmışım yani.

“Bu işi ancak sen yaparsın.”

Haşmet Usta’nın sesiyle irkildim. Bana bir not kâğıdı uzatıyordu. Kendimi toparladım.

“Gö… gö… gözün arkada kalmasın usta” dedim. Hazırlıksız yakalanmıştım. Kekeleyerek çıkardım sözcükleri ağzımdan. Kadir gibi. Usta bana güveniyor. Sağ olsun. Bunun bir önemi var mı bilmiyorum. Ben de ona güveniyorum. Elindeki kâğıdı kaptım. Kopya kalemiyle yazmıştı kâğıda. Adres uzak değildi. Gittim. Ama tek tabanca değil. Kadir’le birlikte. Kadir? Bizim atölyeden. Kekeme. Ama iyi çocuktur. Yanlış anlamayın. Kekemeler kötüdür demek istemedim. Yani Kadir iyidir. Öyle değil. Aslında… Neyse işte. Galiba toparlayamayacağım. Bu Kadir, bir köpek serüveni yaşamış. Küçükmüş o zaman. Okul çıkışı arkadaşına gitmiş. Bahçeye… birkaç adım atınca, köpek çıkmasın mı? Birden. Nah, bu kadar. Boyum kadar değil. Yani işte… Diz kapaklarımdan kısa. Bunu kovalamış. Baygın bulmuşlar. Köpeği değil. Evin kapısının önündeymiş. Ev, diyordum, konak gibi bahçe içinde, affedersiniz zengin işi biraz. Adreste yazan yani. Zili çalmadan, kapıdaki paspasa ayaklarımı iki kez sildim. O kadın açtı kapıyı. Her halde o kadındı. Gülümsüyordu çünkü kapıyı açtığında. Gerçi atölyede yüzünü görmemiştim ama sesinden tanıdım. Sesi aynıydı… sanıyorum aynı… yani… Çünkü sesini duymamıştım. Ama karaltısı. O karaltıyı her yerde tanırım. Burası? Aydınlık olmasına aydınlık da… Konuya dönsem iyi olacak.

“Beni” dedim, “Haşmet Usta gönderdi, şey için…” diyecektim.

“Buyurun” dedi. Sözümü bitirmemiştim daha. O arada kadının ayaklarının dibinden, affedersiniz, bir köpek hırlaması duydum. Beni uyardı, “İlgilenmeyin lütfen.”

Ev ne kadar aydınlıktı bilemezsiniz. İçerde insanın içini açan deniz kokusu vardı. Arkadaşımla mutfağa geçtik. Çalışmaya başladık hemen. Diğer odalardan birinden, yaşlı bir teyze,

“Kim geldi Leyla?”

Kadının adı Leyla’ymış, bunu orada öğrendim. Kadir’le eski dolapları söktük. Sahiplerinin olduğu bir evde çalışmak ne kadar güçtür kestiremezsiniz. Evin sahibi kadın, adam, teyze, hala başınızda dikilir. Aksilik, her zaman tıkır tıkır sıkıştırdığınız cıvata o sırada suntayı çatlatır. Menteşe çıkar. Kestiğiniz raf iki milimetre uzun gelir. O yüzden, evde yaşayanlardan biri başımızda dikilmeden yeni dolapları takmak için acele ediyordum.

“Çay içer misiniz?” dedi Leyla. Uzaktan akordeon, keman gibi bir çalgı sesi geliyordu kesik kesik. Bazen menteşeleri paslanmış kapı gıcırdamasını andırıyordu ses.  

“Suss… suss… sus” dedi kadına heyecanla Kadir. Ben,

“Affedersiniz” dedim, “su istiyor.” Hem çay hem de su verdi bize evin sahibi. Yani sahibi sandığım kadın.

Tutkal, vernik daha çok da ahşap talaşı kokusu duyuluyor bizim atölyede. Öğle yemeğimizi kerestelerin üstünde yiyoruz. Birlikte. Zeytin, peynir, domates, fırından yeni çıkmış sıcak ekmek… Çay da olur. Usta o sırada atölyedeyse bu yemekler daha eğlencelidir. Bir gençlik serüveni anlatır ya da,

“Söyleyin bakalım” diye sorar, “en güzel ses ne sesidir?”

“Suss… suss, su sesi” der, bizim Kadir. Ben,

“Kuş sesi.”

Gırnata diyen de olur.

“Bilemediniz” der usta keyifle, “dünyadaki en güzel ses kadın sesidir.”

Aslında o, sözcüğün ortasında “r” harfi olanını söyler de, yanlış anlamanızı istemediğimden… Affedersiniz.

“Lütfen kek de alın buradan” dedi Leyla, aldık. Tam işimize başlayacağımız sırada, “Öteki odada dolabın kapağı kapanmıyor, bakar mısınız?” diyen yine oydu. Leyla’yla ben, bir de köpek odaya gittik. Tüyleri sütlü kahverengi, büyük sarkık kulaklıydı. Hissettim, köpekle ben aynı fikirdeyiz. İkimiz de birbirimizi sevmedik. Daha doğrusu üçümüz. Yani Kadir, ben, köpek… Demek istediğim Kadir’le ben köpeği sevmiyoruz, köpek de bizi. Yoksa birbirimizi şey değil yani. Neyse boş verin… Odanın kapısı açıktı. İlk onu orada, sandalyede heykel gibi otururken gördüm. Yüzü, kapıya yarı dönüktü. Odanın ortasında, şu büyük boy keman türü bir çalgı var. Ona öyle sarılmış, salına salına çalıyordu. Bazen durup yeniden başlıyordu. Bizi fark edince durdu. Kocaman gözleri kara kalemle çizilmiş gibi geldi bana. Donup kaldığımı anladı mı, bilmiyorum. Ama hiç şey yapmadı yani.

“Hoş geldiniz” dedi.

“Bayan” dedim, “anneniz onarılacak şey için…” Güldü.

“Ben, Mine Hanım’ın yardımcısıyım” dedi Leyla o sırada. Hemen yanımdaydı. Bayan bir kez daha güldü:

“Çok hoşsunuz, tıpkı Namık gibi.”

Ben Leyla’ya baktım, köpek bana… Leyla güldü, köpek hırladı. İkinci kez.

“Namık Bey, Mine Hanım’ın eşi” dedi. Yani Leyla dedi. Namık tiyatro sanatçısıymış. Bu güzellik karşısında nazikçe bir şeyler söylemek istedim,

“Eyvallah bayan” sözleri çıktı ağzımdan. O gün mutfak dolaplarını taktık.

Ondan sonraki günler, o iri kara gözleri aklımdan çıkaramadım. Atölyede nereye baksam (çoklukla kereste yığını), onu görüyordum. Aradan bir hafta kadar geçti. Atölyenin telefonu çaldı. Usta,

“Geçen gün gittiğiniz evden seni istiyorlar” dedi. İnanır mısınız, o güne kadar hiçbir işe bu kadar coşkuyla gittiğimi bilmiyorum. Son gidişimde kapıda melek gibi gülümseyen yüzüyle karşılaştım. Farkında olmadan gülümsedim. Bu gülümsemem uzun sürmüş olmalı.

“Neden bekliyorsunuz” dedi, “girsenize!”

“Köpeğe baktım” dedim şaşkınlıktan ne söylediğimi bilmeden.

“Midas? Leyla’yla yürüyüşe çıktı.”

“Hoş geldiniz.”
Başımı kaldırdım. O güne kadar görmemiştim. Birden ortaya çıkan saçı sakalına girmiş bir kazmadan çıkmıştı ses. Affedersiniz, insan azmanından. İçeriden, yaşlı teyzenin sesi,

“Kim geldi? “

Ağzında çiğnediği bir şeyleri yutmaya çalışıyordu. Teyze değil, sakallı yani. Bayanın yanağından öptü,

“Geciktim, çıkıyorum” dedi. Gitti. O çıkarken kulağındaki küpe ilişti gözüme. Bir şey söylemeye fırsat bulamadım. Özür dilerim, armut tüketimiyle ilgili kuralı acıyla anımsadım.

“Ben şey için geldim bayan” dedim. Ne için, bilmiyordum.  

“Biliyorum” dedi, “resimler için geldiniz, sağ olun. Anneannem çok meraklıdır. Ona bir selam verebilir misiniz?”  


Yaşlı teyzeye nasıl olduğunu sordum, o bana memleketimi… Ne hoş gülümsüyordu, teyze değil, yani bayan… Teyze asık suratlıydı. İnanır mısınız, ben öyle güzel gülümseyen bir bayan görmedim. Şeker yiyormuş gibi şıkırtı geliyordu ağzından. Bayandan değil, teyzenin takma dişlerinden.


“Biraz sola kaydırın” dedi ilk resmi asarken. Sonra “İki parmak yukarı”, bazen “aşağı, daha aşağı…” Ama her astığımız resim için “Harikasınız” dedi, o iri siyah gözleriyle gülümseyerek. Kapıdan çıkarken ellerimi tuttu, gözlerimin içine baktı. “Teşekkür ederim” dedi. Ben onun gözlerine bakamadım. “Paranızı Leyla’yla gönderirim” dedi.

“İstemez” gibi bir şey mırıldandım. Duydu mu bilmiyorum.  

Uzattım. Şimdi keman kursuna gitmeye karar verdim. Ama küçük olanına… Kursun değil, kemanın. Öğretmen, yani keman öğretmeni, parmaklarımı kalın buldu. Bazen düşünüyorum. Atölyede kerestelere bakarak. Galiba o güzel gözlü bayan bana tutuldu. Sarılıp, salınarak çaldığı o büyük kemanın yerinde olmamı istiyor. Yani ben öyle sanıyorum. Bunu ben de isterdim. Her dakika beni düşünüyor gibi. Çünkü her dakika ben onu, her dakika beni düşünürken hayal ediyorum. Üzülmesini istemem.

Ne dersiniz? Tiyatro kursuna mı kaydolsam?