Kökleri birbirine dolanmış ağaçların ve tüm yürüyüş boyunca yollarını kesen dalların arasından son güçlerini kullanarak yürüyorlardı. Islak yapraklar üzerinde ve ayaklarına takılan ağaç kütüklerinde dengelerini zaman zaman kaybetseler de aşağıdaki nehire varmaya çalışıyorlardı. Konuşmak enerji kaybıydı. Kai zaman zaman başını çevirip arkadaşını kontrol ediyordu. Jun zor da olsa buraya kadar gelebilmişti fakat tökezlendiğinde yaralanan bacağı işi zorlaştırıyordu. Sendeleyerek, ağaçlara tutunarak, kayarak, kuzey yönünde ilerliyorlardı. Kamptan bir şekilde kaçmayı ve izlerini kaybettirmeyi başarmışlardı. Arkalarından gelen köpekler ve silahlı askerlerden kurtulabilmek için zayıflamış bacaklarındaki tüm kuvvetle ormana dalmışlar, bunun için gece on ikide batı yönüne bakan kuledeki nöbet değişimini beklemişlerdi. Yeni ayın karanlığında bir gölge gibi sürünerek tellere ulaşmayı başarmışlardı. Kampı çevreleyen tellerdeki küçük boşluğu büyütmek için günlerce belli etmeden çalışmış, aylarca önceden plan yapmışlardı. İkisinden başka kimse bilmiyordu. Komutanın hakaretleri, açlık, susuzluk, pislik ve hastalıktan ölmektense, kaçarken ölmek ya da öldürülmek daha iyiydi. Canlı yakalanmayı düşünmek bile istemiyorlardı. En azından kampın dört duvarının yerine gökyüzünü, ağaçları, belki de suyu görerek ölmek içindi kaçışları. Kamptaki esirler kimi hastalıktan kimi sakatlıktan birer birer ölmeye başlamıştı. En küçük başkaldırıları acımasızca karşılık buluyor, af dileyene kadar dövülüyor, köpek muamelesi görüyor, açlıkla cezalandırılıyorlardı.
Kai elinden geldiğince itiraz etmeden, yapılanlara tepki koymadan, yalnızca hayatta kalmaya çalışmıştı bugüne kadar. Kampta kimseye güvenemiyordunuz. Korkunç bir jurnalcilikle esirler birbirlerine kırdırılıyordu. Komutanın pis ve sinsi bakışlarını üzerine çekmemeye çalışarak, verilen işi ve emirleri yaparak günlerce gecelerce kaçmayı planlamıştı. Ağaç kesmek için götürüldükleri orman acaba bir kaçış yolu olur muydu? Sabah erken saatlerde köpekler ve nöbetçilerle, esirleri ite kaka ormana götürür, halsizlikten yere yığılanları dipçikler, ayağa kalkamayanları oracıkta vururlardı. Esirler ancak fısıltıyla konuşurlardı kendi aralarında, nöbetçiler görmeden. Sonra geç saatlerde odunları yüklenir, komutanın viskisini yudumladığı, bir oduncu kulübesinden kalma şöminenin önüne istiflenmek üzere kampa taşırlardı. Esirleri o odaya sokmazlardı. Ama Kai satranç ustasıydı. Komutan onu zaman zaman odasına ister, bir iki el sonrasında ranzasına yollardı. Bu oyunlardan birinde komutanın bir anlık tuvalet molasını fırsat bilip yandaki masaya serilmiş duran haritaya alıcı gözle bakabilmişti. Orada bir nehir vardı. Kuzey yönünde. O nehir kurtuluşu olabilirdi. Zaman zaman bilerek komutana yeniliyor, egosunu böylece okşamış oluyordu. Bazen de onu biraz zorluyordu ki, bilerek yenildiği anlaşılmasın.
Günlerce gecelerce kaçışı düşündü Kai. Zaten ölmeyi göze almıştı ama burada ölmeyi de hiç istemiyordu. Kamptaki esir sayısı altmış yediye düşmüştü. Artık her hafta bir iki arkadaşlarına mezar kazmak zorunda kalıyorlardı. Komutan da artık bu unutulmuş kampta yalnız bırakılmaktan bezmiş, gaddarlıkta iyice gemi azıya almış, bütün savaş kurallarını yok sayarak kamptakilerin ölümünü umursamaz olmuş, tek yaptığı işkencelere bir kılıf uydurmak olmaya başlamıştı. Aslında onun ve askerlerinin de erzak ve silahları yakında tükenmeye başlayacaktı. O nedenle de hiçbir şeyi esirlerle paylaşmak gibi bir niyeti yoktu.
Kai odun kesmeye gittikleri günlerin birinde ayağı kaydığında kendisini tutup kaldıran temiz yüzlü genç esirle küçük küçük sırlar paylaşmaya başlamıştı, diğer esirlerin uyku zamanında. Evde kendilerini bekleyenleri, kasabalarını, annelerinin hazırladıkları yemekleri, nişanlılarıyla buluşmalarını hatırladıkça, kendilerini bu lanetli kamptan çok uzaklarda hisseder, soludukları hava bile sanki değişirdi. Fotoğraf albümlerine giderdi hayalleri. Yaptıkları en güzel şeydi bu. Değiş tokuş edilen anılar. Bu anılara daldıkça kamptan kaçma isteği gitgide yoğunlaşmaya başlamış, en önemli zamanlar kaçma planları yapılan zamanlar olmuştu. Nöbetçiler kampın her tarafında gece gündüz gezerken ve her taraf dikenli tellerle çevriliyken çok ama çok zordu bu iş. Bir iki kişi odun keserken kaçmaya çalışmış, oracıkta vurulmuşlardı. Başka bir yol denemek lazımdı. Fakat buraya nasıl getirildiklerini bile görememişlerdi. Her tarafı kapalı kamyonlarla saatlerce sarsıla sarsıla taşınmış, bilmedikleri bir yerdeki bu kampa adeta fırlatılıp atılmışlardı. Sonrası tükenmişlik, aşağılanmak, umutsuzluk ve sonsuz bir acıydı.
Jun çekingen bir gençti. Bu kaçma işi onu korkutuyordu. Üstelik Kai yakalanır ya da öldürülürse tek arkadaşından olmak da vardı. Önce onu caydırmaya çalıştı. Savaşın biteceğini ve kurtulacaklarını, kaçarken yakalanırlarsa zaten ikisini de yaşatmayacaklarını anlatmaya çalışıyordu. Ama Kai kafaya koymuştu. Jun gelmezse yalnız kaçacaktı. Haritayı gördükten sonra nehire ulaşmak ve karşı kıyıya geçmek daha da olası görünüyordu. Jun gönülsüzce şansını denemeye karar verdi. O da durumun farkındaydı. Ya kampta ya da kamp dışında zaten öldürüleceklerini düşünmeye başlamıştı.
Ormana kadar kaçabildiklerine ve izlerini kaybettirdiklerine ikisi de inanamıyordu. Zifiri karanlıkta kaçışları geç fark edilmişti. Aslında asker ve mühimmat sayısı da azaldığından askerler bir gün sonra hava kararınca geri döndüler. Zaten kaçakların ormandan sağ çıkabileceklerini de sanmıyorlardı. Bu ıslak, karanlık, güneşin girmediği ormanda köpekler ve el fenerleriyle yeterince zaman kaybetmişlerdi. Kampta yapılacak işleri vardı. Diğer esirler bir şey bilmiyorlardı. Kimse kaçışın farkında bile değildi. Onları da ağızlarından laf alabilmek için vahşice hırpaladıktan sonra işin ucunu bıraktılar. İki boğaz eksilmişti en azından.
Kai kalın ağaç gövdelerinin yosunlu yüzlerine ve yıldızlara bakarak kuzeyi bulmaya çalışıyordu. Jun titreyerek onu izliyor, Kai’nin ikisinin de başına açtığı belayı düşünerek söyleniyor, ama içindeki umudu da söndürmemeye çalışıyordu. Yanlarına bir şey almamışlardı. Ormanda izlerini kaybettirmeye çalışırken açlık ve susuzluklarını fark etmemişlerdi bile. Korku her şeyin önündeydi. İlk günün sonunda yine karanlık bastığında, artık bitkinlik artmıştı. Geceyi halsizce bir kütüğe yaslanarak geçirmiş, gözleri ağırlaşmış ne karanlığı ne açlığı anlayabilmişlerdi. Ertesi sabah ağaçların arasından sızan gün ışığında gözlerini kırpıştırırken bir kabustan uyandıklarını düşünmüşlerdi. Birbirlerine baktılar. Bakışları ilk defa ışıldıyordu. Sonunda kampın duvarlarıyla değil, ağaçlarla çevrelenmiş bir güne başlıyorlardı.
Kai dalların çıtırtıları arasında bir ses duydu. Jun’a sessiz ol diye bir işaret yapıp dinledi. Yanılmıyordu. Ayaklarının ucuna basarak ilerledi. Suyun sesiydi bu. Nehir yakındı. Aşağıya doğru coşkuyla yuvarlanarak koşmaya başladı. Nehrin kenarına geldiğinde durakladı birden. Uzun uzun baktı suya. Unutulmuş bir rüyaya doğmuş gibiydi. Adeta tapınır gibi, akıp giden nehirde yüzünü, gözlerini, kollarını yıkadı. Kuruyan boğazını ıslattı. Unuttuğu gülümseme yüzünü yeniden aydınlattı, arkasına döndü, Jun’u aradı gözleri.
Jun? Siyah parlak saçları gözlerinin üzerine dağılmış, çamurlu giysilerinin içinde hareketsiz yatan genç adama şaşkınlıkla baktı. İçinden çığlıklar geçti. Yamaçtan yukarı koştu, kolunu yakaladı, nabzını tutu, kalbini dinledi… Derin bir acıyla göz kapaklarına uzandı eli. Artık özgürdü Jun.