Başucu lambasını açtı. Çalar saate baktı. İşte buyrun, yine gecenin üçünde aynı sesle uykusundan uğramıştı. Son on gündür her gece aynı saatte aynı sesle uyanmak ızdırap verir olmuştu artık! Sonra da zar zor uykuya dalıyor, ertesi gün dairede perişanları oynuyordu. Zaten çok dikkat gerektiren bir işi vardı, uykusuzluğu hiç mi hiç kaldırmıyordu. İçmediği kadar çay kahve içmeye başlamıştı. Neydi bu başına gelenler, neyin nesiydi duyduğu “o ses”? Sinirleri iyice yıpranmış, dayanacak hali kalmamıştı. Nereden geldiğini anlasa, gecenin üçü müçü demeyecek gidip kapıya dayanacaktı, “Yettiniz gayrı!!!” diyerek.
“Kahretsin!” diye söylendi yatağın içinde: “Utanmadan bir de dünyanın parasını alıyorlar!” Ne çok sıkıntı çekmişti şu hap kadar apartman dairesini alana dek; bir balkonu bile yoktu ki çıkıp nefes alasın. Olsa şimdi ne iyi olurdu ferahlamaya. İki kuruş kredi alabilmek için kefil olur musun diye yalvarmadığı tanış kalmamıştı. Onca paraya gel de ses yalıtımı ara; nerdeee?! Hele bir de gece olup her evin başmisafiri TV’ler kapanıp el-ayak çekilince, öksürsen duyulur hale geliyordu gecenin sessizliğinde her bir ses. Ama “o ses” hiç tanıdık gelmiyordu. Sanki daha önce hiç duymadığı bir sesti. Duysa, belleğinden çözerdi işi. Lakin bir türlü çıkaramıyordu. Belki de görmüştü ama hiç duymamış veya yaşamamıştı “o ses”i…
İşte, yine başlamıştı o tak sesleri. Tamam da neyin “tak”ıydı bu??? Artık duymaya tahammülü sıfıra yakındı, sinirleri hiç mi hiç kaldırmıyordu her gece, her gece, gecenin üçünde “tak-es-tak-es…” Bir duruyor, bir taklıyordu. Neyin nesiydi bu böyle başına gelenler?
“Bulmadan, rahat huzur yok bana!” dedi. Yatağın içinde dönenip dururken bir aydınlanma yaşadı gecenin karanlığında; acaba “o ses” onu uyandırana kadar başka ses duyuluyor muydu? Zihni otomatiğe bağlanmış, düşünceler birbiri ardına yağmur damlaları gibi beynine düşüyordu. Karar verdi, ertesi akşam saati üçe on kalaya kurup ortam dinlemesi yapacaktı.
Günü sabırsızlıkla geçirdi. Zaten, dakika başı kol saatine baksa da dairede zaman bir türlü geçmek bilmezdi. Sırf bu yüzden saat takmaz olmuştu ama işyerleri rahat bırakır mı insanı, her yer zaman makinasıyla doluydu! Bugün de masasının tam karşı duvarındaki bildiğin dolunayın tepsi kıvamındaki saatin akreple yelkovanı sanki birbirine küsmüş, hiç birbirlerini duymuyorlar, dinlemiyorlardı. Utanmasalar geri geri gideceklerdi.
Neyse ki bitmeyen zaman yoktu. O gün de geçip alacakaranlığına kavuştu. Bu kez de akşam gecenin rakibi olmuş, bir türlü bitmek bilmiyordu. Evin başmisafirindeki bin bir zaman yiyici diziye, filme, suya sabuna dokunmadan teğet geçen tartışma görünümlü beyin yıkama programlarına kadar duymadan dinlediği bir sürü program emrine amadeydi ama onun aklı fikri duyduğu ama bir türlü çözemediği “o ses” teydi… Nihayet akşam da zamana dayanamayıp geceye kardı ve beklenen uyku vakti geldi çattı. TV’de o kanal senin bu kanal benim gezeyim derken zaten bütün gün ekran karşısında canına okunan gözleri iyice kan çanağı olmuş, beyni izlediklerini anlamlandırma teşebbüsünden pelteye dönmüştü. Neredeyse koltukta sızıp kalacaktı ki birden görev verdiği beyni onu dürtükledi. Bir an önce yatağına gidip yatmalıydı. Burada uyur kalırsa duymayı umduğu o sesler havaya gidebilirdi.
Kendini sürükleyerek yatak odasına attı. Diş miş umurunda değildi… “Bir gece de eksik oluversin,” dedi. Saati üçe on kalaya zar zor kurup yarı kapalı gözlerini yumduğu gibi daldı gitti gecenin ve ayrılmaz ikilisi uykunun koynuna.
Üçe on kala saat çalınca “Dikkattt! Hazır ol!” çeken beyninin dürtmesiyle sıçrayıp yatağın içinde doğruluverdi. Uzanıp başucu lambasını açtı ve dinlemeye koyuldu. Avını yakalamaya çıkmış vahşi bir hayvan gibi kulaklarını dikeltmiş, gecenin sessizliğinde duymayı umduğu sesleri beklemeye başlamıştı. Hiçbir sesi kaçırmamak için nefes bile almıyordu adeta! Bir yandan da gözleriyle saatten akıp giden saniyeleri kolaçan ediyordu.
İşte ilk “tak” gelmişti. Evet, evet, bu sefer uyanık olunca sesin yan daireden geldiğini şıp diye anlamıştı. “Uyanık olmanın nimetleri!” diyerek dikkat kesildi! Takları saymaya başladı: Tam beş tak-es, tak-es sonrası dört-beş dakikalık bir ara, sonra yine beş tak-es… Ve bu sefer pürdikkat dinlediği için belli belirsiz bir sifon sesi geldi sanki kulağına. “Hah tamam!” yakaladım dese de tuvalete giden neydi ki öyle? Bir insandan öyle bir ses çıkamazdı ki! Belki de bir tesadüftü. Tüm bunları hummalı bir şekilde düşünedururken yine kendini gecenin sessizliği içinde buluverdi. Bu muydu yani her gece uykusunu bölen şu kısacık andaki “o ses”. Uykusu ağır olanlara gıpta etti. Belki de yalnızlığın insanda bıraktığı en derin iz, yaşam ağırlaşırken uykunun git gide hafiflemesiydi. Yine gecenin sessizliğiyle baş başaydı… Merakı kızgınlığına galebe çalmış, o da yerini tam kendine acıma duygusuna bırakacakken öfkesi yeniden şahlandı: Şeytan diyordu ki gecenin üçü müçü dinleme, git çal yan kapıyı. Ama korku bütün duygularını ezdi geçti. Tek başına böyle bir şeye asla cesaret edemezdi, etmemeliydi. Polisi mi arasaydı acaba? Ama ne diyecekti ki? Deli bu deyip çıkarlardı işin içinden. Bu yoğun duygulardan yorgun düşmüş, her gece kaçan uykusu iyice bastırmıştı. Kendini uykunun güvenli kollarına bıraktı, mışıl mışıl daldı. O telaş içinde saati sabah için tekrar kurmayı unutup gitmişti.
Her gece uykusunu bölen “o ses” hakkında gerçeğin izinde bir ipucu yakalamanın rehavetiyle ertesi gün tatlı bir mahmurlukla uyandı. Sevimli bir minnoş gibi gerindi, esnedi, “Allah Allah!” dedi “bu sabah hava ne güzel erkenden aydınlanmış…” derken birden aklı başına geldi; bu imkânsızdı. Her sabah karga bokunu yemeden, köpekler arkadaşı, yola koyulur, nefes nefese aman servis kaçmasın diye koştururdu. Bu neyin aydınlığıydı ki pastırma yazında! Çalışanları düşünen vardı da sanki aman gece karanlığında işe gitmesinler diye… Hadi bizi bırak o el kadar bebelere ne demeli, diye beyninin içinde çeşit çeşit düşünce at koştururken gözü hızla saate kaydı. “Aman Tanrım!” on olmuştu… Tam fırlamak için hamle yapacakken birdenbire duruverdi. “Amaaan dedi, zaten servis kaçtı bundan sonrası ne gam, keyfini çıkar bari. Yap şöyle hasret kaldığın güzel bir kahvaltı. Sen mi kurtaracan vergi dairesini. Bugün de sen geç kalıver. Hep, torpilli diye duydukların mı geç kalacak? Atıverirsin bir yalan! Torba dolu nasıl olsa mükelleflerden; aman memuranım, yakma beni, şöyle oldu böyle oldu! İşte bugün de bana oldu!” derken bastı kahkahayı. Uykuyu alınca aklı tıkır tıkır çalışmaya başlamıştı. Bir fikir daha patlattı. Şu yan daireyi de bir ziyaret ediverirdi fırsattan istifade. Bakalım onlar neler uyduracaklardı?
Önce güzel bir duş aldı, yine bir aydınlanma yaşadı, suyun gücü adına, bu yan daire taşınalı on gün oluyordu. Şüpheleri gitgide dağılmaya başlamıştı. Evi otel gibi kullandığı için, zaten yeni apartman modelleri de otel gibiydi uzak ara, yan yana daire kapıları; kim geldi, kim gitti görememişti. “Neyse dedi, az sonra görücez bakalım kimmiş bu illaki “beni duyun” diyenler! İnşallah evdedirler.”
Duş üstüne güzel bir kahvaltı aklını iyice başına getirdi. Yine de komşu olucaz şunun şurasında hemen harlamamak lazım diye düşündü. Nasıl mükellefler kendi ağızlarıyla düşüyorlardı ağına. Cin olmadan adam çarpacaklardı ya… “Neler duydu bu kulaklar, neler?! Hop diye kendi ağızlarıyla yakalanır bu çok bilmişler,” diye söylendi.
Kahvaltıyı toparladı, giyindi, süslenecekti ki vaz geçti. E, ne de olsa klasik hasta numarasına yatacaktı. Biraz saçını başını dağınık bıraktı, bir yandan da meraktan ölüyordu neydi “o ses”?! Kapıyı kilitlediği gibi kendini yan dairenin zilinde buldu.
“Merhaba, iyi günler, yeni taşındınız sanırım. Ben yan komşunuzum. Hayırlı olsun! Çalışıyorum da hiç yardımcı olamadım. Bugün biraz rahatsızlandım, geç kaldım. O vesileyle bir hoş geldiniz diyeyim, dedim.”
“Aaa, çok naziksiniz. Teşekkür ederiz. Çok memnun olduk. Buyrun, içeri gelin lütfen.”
“Başka zaman inşallah! Dedim ya geç kaldım. Bir dahaki sefere…”
“Doğru haklısınız, iş beklemez. Ama uygun olduğunuzda mutlaka bekleriz.”
“Memnuniyetle. Şimdilik hoşça kalın!”
“Çok teşekkürler, size kolay gelsin.”
“Sağolun! Tekrar görüş…. aaaa, aklıma bir şey geldi, size bir şey soracağım!”
“Tabii, buyrun!”
“Hayatııım, kim geldi?”
“Yan komşumuz canım, gel tanış!”
Mutfak tarafından bir ses gelmeye başladı: tak-es, tak-es… İşte “o ses”!!!
Gittikçe yaklaştı ve “Merhaba!” dedi.
Gözleri adamın metal bacağına takılıp kalmıştı, ne diyeceğini şaşırdı. Aniden dönüp asansöre yöneldi. Uzaklaşırken de yarım ağız, “Kusura bakmayın geç kaldım, yine görüşürüz inşallah!” diye kekeliyordu, şaşkınlıktan…