Gözyaşlarımla ıslanmış mektuba bakıyorum. Yıllanmış mürekkep, üzerinden yol yol olmuş akıyor. Az sonra iyice okunamayacak hale gelecek. Mektuptaki yazı benim. İçindekileri ezbere biliyorum. O günü, mektubu yazdığım günü hiç unutmadım. Kolay değil bir sırrı ömür boyu taşımak. Bu anın, bir gün geleceğini biliyordum. Kim gerçeklerden kaçabilmiş ki! Kendime mi kızsam, yaptığımın ardında mı dursam, bilmiyorum. Yıllarca düşme korkusuyla bir sarkacın ucunda gidip geldim. Ben sadece oğlumu sevdim. Onu korumak, kollamak istedim. Ona bir yuva vermek, huzurla büyümesini sağlamak istedim. Eğer bir kabahatim varsa bundan ibarettir.
Oğlum az önce kapıyı vurup gittiğinde benim için zaman durdu, sanki! Nefes almayı unuttum. Yaşam o an bitti! Hep beklediğim korkunç yüzleşme nihayet gerçekleşti. Bana “Zaten yetimdim sayende şimdi artık öksüzüm” dedi. Onun gidişiyle ben de yıllar öncesine döndüm. Ona evlatlık olduğunu söylediğimiz o kara güne… O günden sonra gerçek ailesini tanımak, bilmek istedi. Daha sekiz yaşındaydı. O zamana kadar diğer iki çocuğumdan ayırmamıştım onu. Bana kalsa söyler miydim? Sanmıyorum. Ama Tahir bilmesi gerektiğini düşündü. Benim dürüst, vefakâr, fedakâr kocam. Ne çok gözyaşı vardı o gün! Hep birlikte ağlamıştık. Akşamında oğlum evden kaçmıştı. Ah benim mahzun bebeğim! 80’li yıllar sokağa çıkma yasağı var. Ama kim dinler yasağı, atmıştık kendimizi sokaklara, mahallenin altını üstüne getirmiştik. Kardeşleri deli olmuşlardı. Evet doğru, onu ben doğurmadım ama o benim oğlum. Gece yarısından sonra babası elinden tutmuş eve getirmişti. İşte o zaman karar vermiştim. Madem bu kadar önemliydi gerçek ailesi, onu babasıyla tanıştıracaktım. Tahir gerçek babasını tanıdığımı bilmiyordu. Nereden bilsindi, evliliğimiz boyunca birbirimizden bir şey saklamamıştık ki! Ondan da bildiklerimi yıllarca gizledim.
Oğlumu, üçüzlerimi doğurduktan, üçüncü yavrumun ölüm haberini aldıktan hemen sonra getirdiler koynuma. Annesi doğumda ölmüş, babası bırakıp gitmişti. Benim de sütüm çoktu, biraz emzirir miyim diye sormuştu hemşireler. Sonra da bir daha ne mememden ne çocuklarımdan ayırdım onu, ölen evladımın yerine koymuştum. Hastaneden çıkmadan gelmişti babası. “Hakkını helal et bacım” demişti. Ayakta duracak hali yoktu. Bana bir adres bırakıp gitti. İşte, evden kaçtığının ertesi günü gittim o adrese. Babasına oğlunun onu tanımak istediğini söyledim. Adam çok zavallı bir haldeydi. Bağımlıydı. Karısını doğumda kaybettikten sonra kendini toparlayamamıştı, belli ki! “Göremem ki” dedi. Ama öyle bir umutlandı ki, duruşu, oturuşu, bakışları değişti. Karşımda bir ölüydü, dirildi sanki. “Bana vakit verir misin bacım” dedi. İki kardeş gibi dertleştik, oğlunu anlattım ona. Karısının ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. “Eğer o gün zamanında hastaneye götürseydim, şimdi ikisi de yanımda olacaktı” dedi. Ama her şeye rağmen oğlunun iyi olduğunu bilmek, bir gün onunla tanışacak olmak, onu ümitlendirdi. “Toparlanacağım… Oğlum için…” dedi.
Aradan bir yıl geçmişti. Biz oğlumla her şeyi yeniden yoluna koyduk. Evlatlık olduğu gerçeğini sindirdik. Aramıza giren büyük buz dağını erittik, yeniden sımsıcak bir aileydik. Oğlum çok zekiydi. Özel bir okula gitmeye hak kazanmıştı. Güzel haberlerini vermek için yine babasına gittim. Daha iyiydi. Oğlunu görecek olmak onu hayata bağlamıştı. Müzisyendi, işe girmiş, alkolü bırakmış, toparlanmıştı. Oğluyla tanışınca ona saz çalmayı öğreteceğini, annesini anlatacağını söyledi. Dondum kaldım. Onu ben doğurmamıştım ama annesi bendim. Bana “anne” diyordu. Onu ben emzirmiştim. Bebeklerimin birinden boşalan koynumdaki yeri ona vermiştim. Geceleri korktuğunda, hastalanıp ateşlendiğinde sabahlara kadar başında ben beklemiştim. İlk adımını bana doğru atmıştı. Çişli bezlerini ben yıkamıştım. Zekâsıyla fark yarattığında kolumdaki bilezikleri bozdurup onu özel kurslara göndermiştim. Şimdi onu öz babasına vermek…
Yapamadım, öylece kaçtım evden. Adamcağız adresimizi, izimizi bilmezdi zaten. Onu oğlunun hayalleriyle bir başına bırakıp, koşarak uzaklaştım. Ama hep yazdım, oğlunu anlattım, fotoğraflarını gönderdim. Şimdi düşünüyorum da, belki de bunları yaparak, ilişme ona, bozma mutluluğunu demiştim yıllarca.
Ama oğlum hep gerçeği aradı. Eksik kalan bir şeylerin özlemini çekti. Benim kucağım yetmedi ona. Neden terk edildiğini, onu terk edenlerin kimler olduğunu hep merak etti. Sonunda da buldu işte. Her ne kadar kocamı babası, beni annesi saydıysa da yine de gerçeklerin peşini bırakmadı. Yıllar boyu zihnimde kurduğum mahkemede “emek her şeydir”, sen ona emek verdin, onun iyiliği için çabaladın dedimse de bir yanım pişmanlıktan yanıp tutuştu. Ve sonuç… Kapıyı çarpıp, gitti işte! Gözünde bir düşmana duyduğu öfkenin, aldatılmış, kandırılmış olmanın nefretiyle üstelik.
Onu tekrar kazanabilecek miyim? Kalan ömrümde bir daha anne dediğini duyabilecek miyim? Bu yaptığım onun gözünde suçsa eğer, cezamı çekmeye razıyım. İşte elimde babasına gönderdiğim ilk mektup ve okul festivalinde kardeşleriyle halat çekerken ki fotoğrafı. Ne kadar mutluyduk o gün. Suç mu işledim ben? Sonuçta bunun kararını oğlum verecek. Son nefesimi vermeden gerçeklerin ortaya çıkmasından dolayı sanırım huzurluyum da… En büyük üzüntüm, bu sırrı yıllarca Tahirimden de saklamış olmak. Bakalım öte dünyada yanına vardığımda o beni affedecek mi?