“Bu kol benim kolum değil.”
Bu cümleyi kısık sesle fakat nefretle, sanki tıslayarak söylemişti.
“Bu benim kolum değil, Doktor Bey!” diye tekrarladı ses tonunu arttırarak. Sağ eliyle sol kolunu dirseğinin iç kısmından tutmuş, bir suçluyu çekiştirir gibi kahverengi deri ceketini buruşturuyordu.
“Sizi çok iyi anlıyorum.”
Açık bir şüpheyle bakışlarını kaldırdı adam. Bu cümleyi; şık, güzel döşenmiş ofislerde veya yalnızca gerektiği kadar eşyanın biraz da özensizce yerleştirildiği hastane odalarında çokça duymuştu. Sizi anlıyorum. Anlaşılmak… Güneşle kavrulmuş kuru toprakta uzunca bir yoldan gelen bir insanın suya duyduğu arzu gibi; bilhassa kendi varlığıyla her gün savaşan ruhların en büyük susuzluğu, anlaşılmak… Ancak bu tür bir ruha sahip her zavallı, kâh tecrübeyle kâh hayal kırıklıklarıyla sabit, içini parça parça yakan ve orada öylece asılı duran bir bilgiye sahiptir. Anlaşılmadığını çok iyi biliyordu adam. Yavaşça sağ elinin işaret parmağını yukarı kaldırdı.
“Bunu görüyor musunuz?” diye sakince, ama belki biraz da öfkeyle sordu.
Doktor kucağında bağladığı ellerini birbirinden ayırdı, avuç içini masaya koyarak sırtını koltuğuna gömdü. Bir şey söylememişti, fakat belli ki söylemesi bekleniyordu.
“Evet. Görüyorum.”
Adam yavaşça yerinden kalkarken, sol kolu bu bedensel harekete iştirak etmiyor gibi kendini aşağıya doğru salmıştı. İki adımla masaya yaklaştı. Sağ işaret parmağını hâlâ havada tutuyordu. Kasıklarını masaya dayayarak, tehditsiz eğildi. Gözlerini doktorun gözlerine, içeride bir şeyler arar gibi dikmişti. Parmağını yaklaştırdı. Tüm bu tiyatronun nereye gideceğini kestirmişti doktor, fakat adamın hareketlerini kesmedi. Adam parmağını doktorun gözüne yaklaştırdı. Ve durdu. Önce parmağına sonra tekrardan doktorun gözlerine baktı.
“Ne hissediyorsunuz?”
“Ne hissetmemi bekliyorsunuz?” diye sordu doktor. Adamın bakışları tekrar parmağına yöneldi. Parmağını dikkatle biraz daha yaklaştırdı. Artık doktorun sol gözünün birkaç milimetre yakınında duruyordu parmağı. Sorusunu yineledi. Bu kez sen diye hitap etmişti.
“Elbette ki bundan bir nebze rahatsızlık duyuyorum.”
“Böyle bir saat durabilir misin doktor bey? Peki ya bir ay, bir yıl?”
Doktor bu teatral sekansın kaç kez yenilenmiş olabileceğini merak etti.
“Hayır. Fakat bu sizin isteğinizi yapmamı gerektirmez.” diye cevap verdi. Bu cevabı verirken pek sakindi. Sükunetinin önemli bir kısmını pek tabii mesleğine borçluydu, ancak bu cevaptaki sakinliğin gizli bir yanı daha vardı: Çokça düşünmüştü. Sadece bir uzvun değil, bir bedenin sahibine olan yabancılığını, kimsenin bilmediği kadar uzun, derin ve bir cevap bulma mecburiyetiyle defaten sorgulamıştı. Gözünün önünde duran parmaktan daha düşman, en tehlikeli düşmandan daha tehlikeli; çünkü kendine yabancı olan herkesten ve her şeyden daha yakın bir tehditti, kendi bedeninin ona yabancılığı. Zaman; bazen şefkatle, bilhassa yıkıcılığıyla birçok şeyi değiştirmişti doktorun da kendim dediği o yalancı aralıkta. Hayalleri, hatırladıkları, bildikleri, söyledikleri, itibari… Hepsi değişmişti, değişiyordu. Görünüşü de öyle… Her insanda olduğu gibi bedeninin görünüşü de değişiyordu, kendisine çok da fark ettirmeden. Ancak ya bedeninin kendisi? O gerçekten değişebilir miydi? Değiştirilebilir miydi? Yoksa kadim zamandan beri işaret edildiği gibi, içine doğduğumuz bir hapishaneden mi ibaretti?
Karşısında yılgın bir öfkeyle duran adama baktı. Sadece kolun sana yabancı, diye düşündü kirli olduğunu bildiği bir aşağılamayla. Onu kesip atmak istiyorsun. Ben ise bedenimi yok edemem. Ben yok olurum yoksa.
Kısa süren sessizlik ve gösterisinin beklediği tesiri vermemesi; adamı, son kozunu oynamaya itti.
“Peki ya böyle, Doktor?”
Adam elini doktorun omzunun bitip boynunun başladığı yere koymuştu. Ne tehditkâr bir basınç ne de korkak bir çekinceyle. Baş parmağını âdem elmasının altına yerleştirdi. Midesi bulanır gibi oldu, istemsizce yutkundu. Fakat başka hiçbir şey yapmadı. Adamın elinin bir kısmı beyaz gömleğinde bir kısmı boynunun çıplak tenine dokunarak bir süre daha orada kaldı. Hiçbir şey söylemedi doktor. Hiçbir şey yapmadı. Bu durağanlık karşısında adam elini hızla çekti. Tekrar sandalyesine dönerken, “Saçmalık” diyordu. Kızarak söylemişti bunu.
“Bunların tamamı saçmalık. Değil bir gün bir saat bile duramazsınız böyle. Hiçbiriniz. Bu kol benim kolum değil diyorum size. Bana yabancı. Hangi yavşağın kolu bilmiyorum ama ben bununla yaşamak istemiyorum.” Yine ceketinin sol kolunu tutmuş çekiştiriyordu. Zavallı kol bu itilip kakılmayla çabasız sallanıyordu.
“Lütfen. Lütfen önümüzdeki hafta tekrar gelin. Bu hafta burada olamayacağım, kısa bir tatile çıkıyorum, fakat önümüzdeki hafta önümüzdeki süreci tekrardan değerlendiririz. Dediğim gibi sizi anlıyorum. Bu çok nadir bir rahatsızlık, söylediğim gibi…” Cümlelerine devam etmedi. Bu rahatsızlığın semptomlarını ve bu durumdaki süreci yeniden anlatmak istemedi. Zaten adamın da ayni şeyleri tekrardan duymaya niyeti yoktu. Sandalyesinin sağ koluna astığı kepini aldı, takmadı.
“Görüşmek üzere doktor bey” derken gerçekten görüşüp görüşemeyeceklerine dair bir ipucu vermemişti. Tekrar buluşacağımızı hiç sanmıyorum diye düşündü doktor. Yüzüne, danışanlarını uğurlarken kondurduğu yapmacık gülümsemeyi bu kez kondurmamıştı. Adam kapalı kapıya yaklaştı. Sağ elinde tuttuğu kepini garip bir hareketle sağ koltuk altına sıkıştırdı. Sağ eliyle kapıyı açtı ve çıkıp gitti. Sol yanında öylesine sallanan kolu da onunla birlikte kayboldu. Tekrar buluşacağımızı hiç sanmıyorum diye bu kez fısıldadı doktor.
Gerçekten de buluşamadılar. Tam bir hafta sonra adam yeni bir randevu için aradığında, telefona çıkan kadının sesi üzgün fakat profesyonelce, doktor beyin tam bir hafta önce bir trafik kazasında öldüğünü söyledi ve telefon kapandı.
Doktoru ziyaret ettiği o günün akşamüstünde, doktor bisikletiyle evine dönerken dört yol ağzının girişinde bir tır tarafından ezilmiş, oracıkta ölmüştü. Tırın şoförü olan kadın bu kazada yüzde yüz suçlu bulunmuş, hatta eminiz ki bu kazadan dolayı birkaç yıl hapis cezası almış ve cezaevinde yatmıştı.
Doktor, o gün işten her zamanki saatinde çıkmış, bisikletini kilitlediği yerden almış, kulaklıklarını takıp yola koyulmuştu. Eviyle işi arasındaki bu yirmi iki ila yirmi altı dakikalık yolda bisiklet sürmek, onun için ufak bir terapi gibiydi. Pedalları çevirmeye başladıktan sonra bu kez aklında yalnızca o adam vardı. Pek de narin veya centilmen gözükmeyen sağ eli boynuna dokunduğunda ne çok sıcak ne çok soğuk varlığıyla sanki orada mıhlanıp kalmıştı gün boyu. Adam gittikten sonra tekrar tekrar sanki o kısa sürelik teması yeniden hissedecekmiş gibi orayı ovuşturmuştu. Adamın baş parmağı boynuna dokunurken, diğer parmakları sırtına doğru bakıyordu. Parmakları yine bugün dokunduğu yerde, fakat belki biraz daha, birazcık daha kuvvetli bir basınçla teninde hissetmeye çabaladı. Bu kez gömlek olmadan… Sadece o hiçbir şey vadetmeyen kuru avuç içiyle kendi çıplak boynu. Hayır, elbette bu hiçbir zaman gerçekleşmeyecekti; sadece bir hayaldi, bir gündüz düşüydü, ama sıklıkla kurduğu bir düş. Adamın sol kolu daha buruşuk kahverengi deri ceketini düşündü. İçinde siyah bir gömlek gözüküyordu. Altında eskimiş iddiasız bir kot vardı. Onları zihninde soydu. Çıplak bir göğüs hayal etmeye çalıştı. Ve hiç de etkilenmeyeceği hatta belki biraz da rahatsız olabileceği bu adamın çırılçıplak… Kırmızı ışıkta durmak için yavaşladı. Bir anda kendi bedenini düşünmeye koyuldu. Basık omuzlarını, hafif kıllı düz göğsünü ve yağsız karnını düşündü. Aynaya o kadar nadir bakardı ki, kendi vücudunu hatırlamak, daha zor geliyordu. Ayaklarını zihninde canlandırdı, âdem elmasını, kaslı denebilecek bacaklarını, kasıklarını. Hepsini tek tek, ayrı bir mide bulantısıyla.
Ölüp gittiği saniyelerde mutlaka çevresinde bir karmaşa olmuştur. Bağrışanlar belki, çok eminiz ki birileri ambulansı aramıştır, geri kalanlar ise iğrenmeyle karışık bakışlarla etrafında toplanmışlardır. Tam o sırada bu kümeleşmiş insan topluluğundan çıkan meraklı biri can çekişen adamın kulaklığını alıp dinlese, kulaklıktan Al Bowlly`in sesinden My Woman şarkısının yükseldiğini duyabilirdi. Oysa çocukluğunun gösterişsiz evinde böyle müzikler dinlenmezdi. Hatta açık söylemek gerekirse pek müzik de dinlendiği söylenemezdi. Genellikle, komşularının aldığı üç küçük oyuncak kamyonla oynamayı severdi. İki kamyonu birbiriyle çarpıştırır, üçüncü kamyona ise kendisini koyar ve o zamanlarda televizyonda sıkça çalan ‘dikkatli sürün’ reklamının müziğini mırıldanarak o üçüncü kamyonu dikkatle sürerdi. Hayır, hayır bu şekilde ölmesi bir kader değil. Oyuncak zürafası da vardı ona bakılırsa, pek sık oynadığı. Ama işte o zamanlar herkese kamyon şoförü olmak istediğini söylüyordu. Eminiz ki, aslında kimse gerçekten kamyon şoförü olmak istemez. O ise bunu çok uzun bir süre gerçekten istediğini hep vurgulamıştı. Sadece çocuksu bir heyecan değildi bu, ama hayat öyle ilerlememişti işte. Olmak istediği başka şeyler de vardı. Öldüğünde 34 yaşındaydı, sekiz yıldır doğduğu ülkenin dışında ve yalnız yaşıyordu. Ailesi öldüğünü iki gün sonra öğrendi. Olmak istediği değil, olduğu başka şeyler de vardı. Ona çarpan o kamyonun şoförü, aslında sahip olmak istediği her şeye sahipti. Hem çok eminiz ki, o böylesi bir kaza da yapmazdı.
Güneşle kavrulmuş kuru toprakta uzunca bir yoldan gelen bir insanın suya duyacağı o tarifsiz arzu gibi; anlaşılmak, bilhassa kendi varlığıyla her gün savaşan ruhların en büyük susuzluğudur. Hiç kimse tarafından anlaşılmadan bu dünyadan çekip gitmişti.