Nihayet içindeki çocuk susmuştu. Yüreğini dağlayan ağlaması durmuştu. Oysa ne kadar uzun sürmüştü ağlaması. Çocuk ağladıkça o daha da hırçınlaşmış, mutsuzluğu artmış, insanlara karşı hoşgörüsüz, hatta çok sevimsiz biri olup çıkmıştı. Ruhu mengenelerde sıkıştırılmıştı. Çok denemişti değişmeyi, herkes gibi olmayı. Becerememişti hiç. O insanlara yaklaştıkça, eksikliğini hep yüzüne vurur gibi en çok içindeki çocuğu ağlatmışlardı. İnsanlar onu ittikçe o daha da sokulmuştu onlara. Sevgi aramıştı elbette ama en çok da onaylanmak istemişti. Yıllarca sadece bunun için kürek çekmiş, yoğun çaba sarf etmişti. Hüznü, yalnızlığı, itilip kakılması, kabul edilmemesi, hep öteki olarak görülmesi sonunda bitmişti. İçinde hissettiği eksiklikler bitmişti. Yüzünde güller açıyordu. Yeryüzünün en mutlu insanıydı artık. Sebepli sebepsiz yüzü düşmüyor, gönlü kararmıyordu. Bir tarafı eksikmiş gibi yaşamıyordu. Hayatı eksiklerini kapatma mücadelesiyle geçmişti. Elbette hataları da olmuştu, öfkesi büyüdükçe, hırçınlığı arttıkça, ölesiye kırılganlaşmıştı. İçindeki çocuk sakinleşmiş sanki uzun bir uykuya yatmıştı sonunda. Onun tekrar uyanmasını asla istemiyordu. İçinde kabuk bağlamış çok yaraları vardı. Hatırlarsa o kabuklar düşer ve yeniden içi kanardı. Bunu kaldıramazdı. İmtihanları, eziyetleri sona ermişti. Yeni yeni iyileşiyordu ta çocukluğunda başlayan öteki olmanın ruhunda açtığı yaralar. Ailesi tarafından hiç mi hiç sevilmemişti. Zerre şefkat görmemişti. Yediği, içtiği sanki hep gözlerine batmıştı. Lokmalarını hep saymışlardı. Sofrada fazladan bir boğazdı hep. Açıkça söylenmişti. Yedi çocuklu bir ailenin altıncı çocuğuydu. Erkek olsaydı gayet iyi biliyordu, el üstüne tutulurdu ve belki annesi kardeşini bile doğurmazdı. Kardeşini doğurduktan sonra başköşeye kurulmuş, oğlunu sevmekten başka bir iş yapmayan annesinin kucağında o olurdu. Annesi ona da sevgiyle sarılır, öper, koklardı, yüzünü okşardı. Belki balım diye de severdi.  Gün boyu üst üste emirler yağdırmazdı.

 “Ocağa bir odun at!“ 

Kardeşinin yüzünü silmeye bir bez getir hele!“

Bana bir bardak su getir!

Anası bahanelere sığınıp bu denli mesafeli davranmazdı kendisine karşı. Yok saymazdı. Anasının sevgisizliği ablalarının umurunda olmamıştı. Dört gözle büyümeyi ve gelin olup gitmeyi beklemişlerdi. Oysa onun tek derdi olmuştu. Hatta bir ara kendisinin evlatlık olduğunu düşünmüştü. Köylerine gelen yabancıların peşine takılıp gitmeye kalkışmıştı. Ailesi fark edince de çok fena sopa yemişti. Sopaları yedikçe içindeki öfke büyüdükçe büyümüştü.

Erkek olsa kesin kabul görecekti; buna inanmıştı. Ona dememişler miydi zaten “Gökkuşağının altından geçersen erkek olursun“ diye? Bir gün gökkuşağı çıktığında sevinçten deliye dönmüştü. Tazı gibi koştukça koşmuştu gökkuşağının altından geçebilmek için uçsuz ovada. O koştukça gökkuşağı uzaklaşmış,  erkek olma sevdasına sonunda dereye düşmüştü; sulara kapılmaktan son anda şans eseri dallara tutunarak kurtulabilmişti. Ipıslak ve çamur içinde eve döndüğündeyse kimse ne olduğunu bile sormamıştı. Ailesi için hiçbir önemi yoktu anlamıştı o zaman. İçi yanmıştı acıdan. Hem kendisi hem de içindeki çocuk beraberce çok ağlamışlardı, kimse duymamıştı.

Akrabalarından birisine evlatlık verilmesi de bunu ne güzel doğrulamıştı. Kasabaya gönderilmişti, sözde okumak için. Ama konuşmaları duymuştu, “Evladım gibi bakarım“ diyordu akrabaları, “Karım biraz hasta bakıma da muhtaç, boş zamanlarında yemeğe, temizliğe yardım eder, eşime de can şenliği olur“. Hiç de öyle olmamıştı. Sanki durmaksızın patates soymuş, soğan doğramış, fasulye ayıklamış, yerleri silmiş, toz almıştı. Bir dakika oturup dinlenmesine izin vermemişlerdi. Çok azar işitmişti, işleri istedikleri gibi yapamadığı için. Neyse ki sözlerini tutmuş okula göndermişlerdi. Orada da bir ayrık otu olarak yaşamıştı. Git aşağı besleme gel aşağı besleme. Sanki uzaktan hep parmakla onu göstermişlerdi. Onların tek eğlencesi olmuştu. O uzak durulması gereken bir cüzzamlıydı. Tek bir arkadaş bile edinmeden bitirmişti ilkokulu. İçinde sürekli ağlayan bir çocukla büyümüştü.

Sonra sevgi gelmişti. Hiç beklemediği bir anda gelmişti. İsmi gibi sevecen olan gelmişti. Evlenmeleri, şehre taşınmaları derken unutmuştu içindeki çocuğu. Zaten o da susmuştu, artık ağlamıyordu. Ayaklarını vura vura tepinmiyordu içinde. Huzur bulmuştu nihayet. Sanki onun susmasıyla yüreği hafiflemişti. Kendini iyi hissetmeye başlamıştı. Bitmişti enkazı, yalnızlığı. Kızmıyordu artık kimseye. Birilerine kızıp içindeki çocuğu azarlamıyordu. İçindeki çocuk susmuştu. Merak da etmiyordu. Kaybolmuş muydu, bir yere mi gitmişti? Umurunda değildi. 

Evliliklerinin ilk haftası kayınvalidesine iftara çağırılmışlardı. Büyük bir sevinçle gitmişti. Hep beraber yer sofrasına oturmuşlardı. İftar edeceklerdi kalabalık bir sofrada. Kayınvalidesi durmaksızın “Oğlum bu köfteleri senin için yaptım“ diyordu. “Oğlum patatesleri senin için kızarttım“ diye tekrarlayıp duruyordu.  Eşinin tabağı köfte ve patates kızartmasıyla dolup taştıkça eski yaraları deşildi. Annesini hatırladı, evlatlık verildiği evi, okulu, sonrasını, hayatı boyunca nasıl hep dışlandığını, yok sayıldığını; bir yanının nasıl hep eksik kaldığını. Aniden yüzü düştü. Gönlü karardı. İçini sonsuz bir hüzün kapladı. Öfkesi büyüdükçe büyüdü. Midesi bulanmaya başladı. Sanki hiç oruç tutmamış gibiydi. Aç değildi. Uzanıp yemeklerden bir kaşık bile alası, orucunu açası yoktu. Masadakiler büyük bir iştahla ve afiyetle yemeklerini yiyorlardı. Oysa onun içi kanıyordu. Yumruk üstüne yumruk yiyordu. Her an yere düşüp nakavt olabilirdi. Canı çok yanıyordu. İçindeki çocuk hafiften ağlamaya başlamıştı bile. Köfte, patates kızartması faslı bitmişti. Önündeki tabak bomboştu. Uzanıp bir köfte iki patates kızartması almaya çekinmişti. Küsmüştü. Çünkü hepsi eşi için pişirilmişti. Kayınvalidesi meyve faslına geçti. Önce elma ve armutları ince ince soydu, sonra dilimledi. “Elmaları senin için soydum, ye oğlum ye“ demeyi de ihmal etmedi. Sonra çatalını geçirdiği meyve dilimlerini “Aç bakayım ağzını“ diye diye oğluna yedirmeye çalıştı. Yeniden fazlalıktı bir sofrada. Dipsiz bir kuyuya düşer gibi oldu. Yardım istercesine eşine baktı. Kendisini görmüyordu, bir kuyunun içine düşmüş olduğunu, çaresizce debelendiğinden habersizdi. Bir tek söz bekledi kocasından. Annesine  “O ne demek anne, karıma da biraz köfte ya da bir dilim elma ver“ deseydi o zaman tüm dünyalar onun olurdu ve düştüğü yerden doğrulup kalkardı. Cesaretlenirdi hayata karşı. Yenilmezdi bir daha asla. Tökezlenip düşmezdi yeniden.  

Sessizce ait olmadığı sofradan kalktı. Çantasını aldı, ayakkabılarını giydi. Arkasından “Nereye gidiyorsun?“ diye seslendiler mi duymadı. Sokağa çıktı. Tenha ve karanlıktı. Yürüdü.  İçindeki çocuk çıldırmış gibi hem ağlıyor hem de tekmeler atıyordu. Çok canı yanıyordu. Yine reddedilmişti, yine birileri onu içlerine almamıştı. Ana yola çıktı, bomboştu. Şehir terkedilmiş gibiydi. Gözlerini kapattı. Sanki bulutların üstündeydi. Her taraf kar beyazdı. Biraz ötesinde içindeki çocuk mutsuz ve üzgün kendisine bakıyordu. Bir yabancıya bakar gibi. Suçüstü yakalanmışçasına korkarak bakıyordu. Sanki başına geleceklerden,  her zamanki gibi hırpalanmaktan korkuyordu. Anlamıştı sonunda çocuktan başka daha yakın dostu olmadığını. Kollarını kocaman açtı ve hayatında ilk defa içindeki çocuğa “Seni seviyorum “ dedi. Çocuk gülümsedi ilk defa. O da.  Çocuğa doğru bir adım attı, çocuk da ona doğru. Çocuğa sımsıkı sarıldı. Sonra elinden tuttu ve beraberce yürüyüp gittiler akşamın sessizliğinde…