İstanbul karlı bir sabaha uyanmıştı. İşten çıkmış, yavaş adımlarla çevredekilere bakmaksızın yürüyordu umutsuzca. Kalbine gömdüğünü düşündüğü şeylerin tekrar tekrar su yüzüne çıkması sinirlerinin bozulması için yeterli bir sebepti.

 

Moda’ya çıkan cadde oldukça kalabalıktı. Kafasını  kaldırmadan yürüdüğü için birçok kez ezilme tehlikesi atlatmıştı. Yılların yıprattığı anılarını taptaze saklayan barlar sokağını görünce, o hareketli günlere bir kez daha dönmek istercesine hiç düşünmeden dalıverdi sokağa. Sokak, boydan boya barlar ve türevleriyle doluydu. “Zamanında az mı gelirdik buraya arkadaşlarla…” diye düşündü. Havanın ayazı, “Hangi bara girsem?” diye düşünmesini engelledi ve ilk gördüğü yere giriverdi. Kendini içeri atarken tabelasına dikkât etmediği yapı, inanılmaz tanıdık geldi o anda. Fazla düşünmesine gerek kalmadı. Evet, o mekândı işte… Aval aval etrafına bakınırken bir garson kız yanında bitivermişti. Alelacele eline bir menü sıkıştırıp biraz uzakta beklemeye başladı. Gözleri, hatırlayamadığı barın isminin ne olduğunu menü üzerinde ararken, beyni bir fincan sıcak çikolataya hayır demeyeceğini fısıldıyordu ona. Hemen siparişini verdi. “Aslında girmeden hatırlamalıydım burayı” diye mırıldandı kendi kendine, arkasına yaslandı. Oturduğu aynı koltukta, az anı biriktirmemişti.

 

Küçük, ahşap pencereden sokağı seyrederek sıcak çikolatasını yudumlamaya başladı. İlk gençliği ve anılarına dair görüntüler, zihninin koridorlarında yürüdükçe netleşiyordu. Birkaç gündür yine rüyalarına girmeye başlamıştı o adam. Bir türlü çıkmak bilmiyordu. Oysa görüşmeyeli kim bilir kaç yıl olmuştu. En son -dört sene önce miydi?- Taksim Meydanı’nda karşılaşmışlardı. Aslında pek karşılaşmak da denmezdi. Onu uzaktan görmüştü, ancak o kendisini fark etmemişti bile. Yılların dargınlığı, en azından seyreltmiş olacağını düşünerek birkaç adım atmıştı ona doğru, fakat gülümseyerek yanına yaklaşan kızı görünce adımlarını ters yöne çevirip koşarak uzaklaşmıştı oradan. Şimdi yine, yıllar sonra rüyalarına girmeye başlamıştı bir sebep yokken ortada. Ne karşılaşmışlardı, ne de başka bir şey…

 

Kendisini içeri güç bela atarken hafif hafif havada süzülen kar tanelerinin yerini amansız bir tipi almıştı. “İyi ki buraya girmek gelmiş aklıma.” diye düşündü. Yıllar önce, onunla ilk kez tanıştıklarında buraya gelmişlerdi. İçeri girerken başına geleceklerden haberi yoktu tabii. Adımını atar atmaz onu kolundan  tuttuğu gibi dans etmeye başlamış, büyülemiş ve adeta bulutların üzerine uçurmuştu. Mekân biraz değişmişti ama yorulunca oturdukarı masa şu anda oturmakta olduğu masa olmalıydı.

 

Bu düşünceler içindeyken barın kapısından biri giriverdi içeri. En başta pek önemsemedi. Üstü başı kar içinde, muhtemelen sıcak bir şeyler içmek ve ısınmak için içeri giren biri olmalıydı. Barmene siparişini verdikten sonra az ilerdeki bir masaya doğru yöneldi. Şapkasını çıkardı, sandalyesinin arkalığına astı. Kendine çekidüzen verip oturdu. İşte o zaman fark etti onu ve usulca o yana doğru bakmaya devam etti. Yüzündeki o çizgiler, yorgunluğun izlerini taşıyanlardan mıydı?… Pencereye burnunu dayamış dışarıyı seyrediyordu; kim bilir belki de birini bekliyordu. Yanına gitmeye çekindi. Yıllar önce başına gelen olayın aynısını yaşamaktan, tam yanına yaklaşırken birinin araya girmesinden korktu. Ürkek bakışlarla süzmeyi sürdürdü. Gerçekten o muydu… Onu böyle incelemeye almışken aniden gözlerini kendisine doğru çeviriverdi adam. İki küçük kara deliğin içine doğru çekildiğini hissediyordu… Neden sonra o gözlerin çekim etkisinden kurtulup bakışlarını elindeki fincana doğru kaydırmayı başarabildi. Sonra yanıbaşında bir sıcaklık hissetti. Kahverengi masanın ahşap cilası üzerine yansıyan bir siluet gördü. Yavaşça başını sağa doğru çevirdi… Evet, oydu… İnanamadı bu tesadüfe ama oydu işte… Birkaç yorgunluk çizgisi vardı yüzünde o kadar. Hiç değişmemişti. O… Hep o… Hiç aklından çıkmamıştı ki!…

 

Omzuna yavaşça dokunan elini hissetmesiyle içini bir ürperme aldı. Gözleri dolu dolu oldu. Oysa onda hiç tepki yoktu… Sonra sarılıverdi yılların özlemini gidermek istercesine… Bara doğru ilerleyip bir şeyler söylediğini ve tekrar yanına gelip usulca kulağına fısıldadığını hayal meyal takip edebildi: “Benimle dans eder misin?” Eski utangaçlığı gidivermişti üzerinden. Teklifini kabul etti; hiç kimseye, hiçbir şeye aldırmaksızın. Burnunda teninin kokusu, bedeninde sıcaklığı, kulaklarında yıllar önce onu dansa kaldırdığı parçanın tınıları yankılanıyordu: “…Sorry seems to be the hardest word…” Zamanında dile getirilememiş, dilin ucunda asılı kalmış sözcüklerin pişmanlığıyla o dans hiç durmasın, o müzik hiç susmasın istedi.

 

Şarkı bitince, iki parça arasındaki o sessizlikte gözlerinin içine baktı adam. “Çıkalım mı?” diye sordu. “Olur.” dedi usulca. Dışarı çıktıklarında tipi daha da hızlanmıştı ama artık hiç üşümüyordu. Kendisini sarıp sarmalayan kanatların altında sıcakta ve güvendeydi… Nereye götürecekse götürebilirdi, her şeye razıydı.

 

Moda burnuna geldiler. Hava soğuktu, kar yağıyordu ama hiç bir şey umurunda değildi. Merdivenlerden yavaş yavaş sahile inerken “Taşlara oturmaya ne dersin” dedi adam. “Saçmalama bu havada mı?!” diye terslemedi… Başını salladı sadece, olur dercesine. Elinden sıkıca tuttu adam. Tek başına, hele ki öyle bir havada inemeyeceği kadar aşağılara indirdi onu; bir daha çıkmamak üzere…


Ertesi gün sabahın erken, çok erken saatlerinde sahilde kimsecikler yoktu. Hava durulmuş, ısıtan bir güneş çıkmıştı gökyüzünde. Kayaların dibinde boylu boyunca uzanmış bir bedene vuran dalgaların seslerine, martı çığlıkları karışıyordu.