Her yönüyle çok tuhaf bir gündü. Şişli’den Mecidiyeköy otobüs durağına gelene kadar helâk oldum. Mevsimlere bir hâller oldu.  Sonbahar, mevsim süresince esneyip durdu da o salı günü yapmadığı, denemediği şey kalmadı. Rüzgâr mı üflemedi? Yağmur mu yağdırmadı? Hatta tuttu dolu bile boca etti üstümüze. Bana da sataştı bu arada. Şemsiyemi ters çevirdi. Yetmedi, elimden çekip aldı. Sonra tuttu, minibüsün tekerleri altına savurdu. Zavallı şemsiyem çığlık atmaya fırsat bulamadan, asfaltla minibüsün tekerleri arasında hışırdayıp can verdi. Yağmurlu her günde olduğu gibi o gün de yoğundu trafik. Gidip asfalta yapışmış ölüsünü kaldıramadım. Geçerli bir suçlanma korkusu yüzünden –hemen herkesin herkesi suçladığı dönemde, minibüs şoförü şemsiyemin tellerinin lastiklerini mahvettiğini ileri sürebilirdi- sanki benim değilmiş gibi onu ardımda bırakarak yağmur altında durağa doğru yürüdüm gittim. Kızgın hızlı adımlarla yürürken, kocaman bir delik açıldı bulutlarda. Görünür gökyüzünün maviliğinde güneş, yunmuş yıkanmış güleç yüzünü gösterdi. Bu bile benim sinirlerimi yatıştırmaya yetmedi. “Pes yani,” dedim içimden, “pes!”  Belli ki doğanın muzipliği tutmuştu. 

Kalkış noktası olan ilk durakta, otobüsün ilk yolcusu olarak bindim. Hemen peşim sıra birkaç yolcu daha bindi. Yerime oturur oturmaz yoksunluk ve kızgınlığıma karışan bir mahcubiyet duygusu kapladı içimi. Gazetemi cebimden çıkarıp -karşımdaki tekli koltuğa geçsem mi acaba diye uzun uzadıya düşünüp karar verememişken- bulmacasıyla oyalanmaya başladım. Bir süre sonra aydınlığın azaldığını fark edip başımı kaldırdığımda, karabulutlar çoktan güneşi perdelemişti. Hava, tekrar yağacak gibiydi. Bu sefer her halde kar yağdırır diye düşünmeden edemedim. Tam bu sırada otobüse binmekte olan birine takıldı gözüm. Kara kuru ve uzun boyluydu. Koyu renk paltosu, fötr şapkası, kalın camlı, kara çerçeveli gözlüğün ardındaki pörtlek gözleriyle ürkütücü bir havası vardı. Önce, otobüsün içini gözleriyle taradı bir mitralyöz gibi. Elindeki şemsiyeyi baston gibi kullanıp geldi, önümdeki tek kişilik koltuğa oturdu. Sert bir bürokrat emeklisi veya politikacı eskisi gibi bir izlenim veriyordu. Ayakkabıları arasında kalan yere dayadığı şemsiyenin metal ucundan sular sızmaya başladı döşemeye. Şemsiyenin sapını tutan sol eli hafifçe titriyordu. Sağ elini üzerine koyarak sanki onu denetimi altında tutmak istiyor gibiydi. Anlık göz göze geldik. Görüyordum ki, elinin istem dışı titrediğini bildiğimi biliyordu. Bundan hiç hoşlanmadı. Aynı anda bakışlarımızı kopartıp birbirimizden, farklı alanlara yönelttik. 

Otobüs homurdandı. Tam kapılar kapanırken kendini otobüsün içine savuran ve son anda kapı kanatları arasında sıkışmaktan kılpayı kurtulan yolcu binmeyi başardı. Bazılarımız onu içinden alkışladı. Bazılarımız sıkışıp yaralanacak diye korktu. Ön koltuktaki kadın, çığlığını tutamadı. Şoför aldırmadı bile… Belli ki bu tür olaylara alışkındı. Karşımdaki istifini bozmadı. Olanı biteni görmemişti. Hareket ettik. Ben tekrar bulmacama gömüldüm. 

“Siz solak mısınız? Yazarken sol elinizi kullanıyorsunuz.” Karşımdaki tok sesli tuhaf adamın yüzüne baktım. Gözlük camlarının ardında, gözaklarındaki kızarık damarlı sarımsı kahverengi gözleri ve kemerli iri burnuyla yırtıcı bir Kartala -yoksa Akbaba mıydı?- benziyordu. İncecik gergin dudaklarının her iki ucu hafif müstehzi, yukarıya kıvrılıp çökük avurtlarında son buluyor ve fakat bana bakarken sanki gülümsüyordu. O da görmüştü işte… Solaktım! Ben de anlayışla gülümseyerek cevap verdim. “Öyle de sayılabilir.” Kalın ve uzun kıllı kaşlarını birbirine yaklaştırdı. “Nasıl yani?” dedi. “Her iki elimi de kullanabiliyorum.” diye yanıt verdim. Şaşırdı. “Çok ilginç! Şimdiye kadar böyle biriyle hiç karşılaşmamıştım. Her iki elinizle aynı cümleyi yazabilir misiniz?” Gazetemin boş yerine önce sol, sonra sağ elimle, “Ben her iki elimi de kullanabiliyorum” cümlesini alt alta yazdım. Son anda otobüse binip tepemden beni izleyen yolcu hayretini gizlemeden haykırdı. “Süpersin be abi, yazın da güzelmiş!” Gazeteyi uzattım. Aldı. İnceledi. Bu seferki bakışı sanki daha bir dostçaydı. Gazeteyi geri verirken, “Sizin solunuz da sağınız da bir. Çok dengeli biri olmalısınız.” diyerek sakin, ağır ağır konuşmasını sürdürdü. “Tam kırk bir sene yargıçlık yaptım. Doğuda bulundum. Ege illerinde görev yaptım. On iki sene Ankara’da, son dokuz yılımı İstanbul’da Ağır Ceza Reisi olarak tamamladım. Bunca yıllık meslek hayatımda, sizin gibi sağı solu belli olmayan birine rastlamadım vallahi.” Hemen atıldım. “Ne oldu şimdi? Az önce dengeli biri olduğuma dair kararınızdan vaz mı geçtiniz Sayın Yargıç?” “Yoo,” dedi telaşla, “sadece takıldım size. Alınmayın lütfen!” Yağmur yağıyordu. Trafik son derece ağır ilerliyordu. Bunun sıkıntısı sesime yansımış olmalıydı. “Yok” dedim, “alınmadım. Şaka yaptığınızı tahmin etmiştim zaten.” İkimiz de sustuk. 

Birkaç nefeslik süre sonunda hafice bana doğru eğilerek, “Biliyor musunuz?” dedi, “Genellikle kullandığımız sözcüklerin secereleri -soykütüğü- üzerinde fazla düşünmeyiz. Sol neden soldur? Sağ neden sağdır da sol değildir?  Türkçemizde ‘sağ – sol’ sanki tarafsız gibi duruyor. Batı dillerinde sağ ‘doğruyla’, sol ‘yanlışla’ ilintiliymiş gibi görünüyor. Hemen her dilde ‘sağ’ makbul, ‘sol’ daha kusurlu gibi. Arapçada da öyle anlamlar taşıyor. Sağ omuzumuzda iyi hallerimizi yazan melaike varken, sol omuzumuzda kötü hallerimizi kaydeden gammaz bir melaike -inanıyorsanız tabii- vardır. ‘Sağ’ her zaman hayırlı ve makbul taraf olarak kabul edilmiş bütün uluslarca. Sırf meraktan, araştırmalarım içinde en ilginç olanına Gürcü dilinde rastladım. Gürcücede sol utandıran, beceriksiz anlamı taşırken sağ, zafer kazanan, becerikli anlamlarına geliyor. Hemen hemen bütün uluslar, sağa ve sola yükledikleri anlamları bilinçaltlarına kaydetmişler… Kesinlikle bunun doğru olduğuna inanıyorum.” Yargıç Bey haklıydı. 

O güne kadar hiç duymadığım bir sav ileri sürdü bu arada: “Ahmak sosyalistler, iştahla kendilerine ‘solcu’ diyerek farkında olmadan, halkın bilinçaltındaki ‘solun’ olumsuz anlamını uyarıyorlar. Bunun etkisiyle halk da tutup, ‘sol’ yerine, kendi çıkarlarına ters düşen ‘sağ’  partilere oy veriyor… İyi mi?  Sosyalistler kendilerini halka asla solcu diye tanıtmamalı. Sosyalist, sosyalisttir.” Yargıcın tezinin, o an bana çok makûl göründüğünü saklayamam. 

Yargıç, mahkeme kararını bildirir bir tonda konuşmalarını sürdürdü: “İnsanoğlu, her şeyi kendine göre değerlendiren bir varlıktır. Kendi biyolojik yapısındaki simetrik karşıtlık hali -yüzde kaş göz, gövdede göğüsler, kollar, eller, bacaklar, ayaklar gibi- düşünce yapısına da yansır. Sağ – sol, iyi – kötü, doğru – yanlış, varlık – yokluk, yaşam – ölüm gibi her şey karşılıklı bir didişme ve asla sonlanmayan bir tür savaş içindedir. İnsanoğlu da, hem kendi içinde kendisiyle, hem de diğer hemcinsleriyle zıt kutuplarda sürekli mücadele hâlindedir. İlkel insan için başkası, hep düşmandı, bu gün de düşman, yarın da düşman kalacaktır. İnsanın iyilik hâlleri, kötülüğünün dinlenmesi sırasında ortaya çıkan yanıltıcı bir durumdur. Bu hâl, karşı tarafa dost görünmek, içinden fethetmek, arkadan dolanıp sırtından bıçaklamak için sinsice bir tuzaktır oysa.” 

Soluklanmak için sustu. Fırsatı kaçırmadım. “Yapmayın,” dedim, “insanoğluna çok yükleniyorsunuz. İnsan ilkel, cahil, kusurlu olabilir ama o kadar kötü de değildir. Şimdi söyler misiniz lütfen? Siz iyi biri mi siniz, yoksa kötü mü? Sayın Yargıç siz hangisisiniz?” Bana acır gibi baktı. Hemen orada görünmez ve koruyucu zırhını kuşandı. O şimdi, ortaçağ şövalyesi gibi karşımda oturuyordu. Sözcüklerim ona ulaşamıyor, görünmez zırhına çarpıp tuzla buz oluyordu. Bazıları korkudan kaçıp geri dönüyor ve ben de onları yutmak zorunda kalıyordum. 

“Ben,” dedi sert bir tonda, “insanın kusurlu ve eksik olan ve hep eksik kalacak yanına ‘kötü’ diyorum. İnsanın en büyük kusuru, ölümlü olduğunu bilmesidir. Bu kadar büyük bir kusur içinde olan insan ‘salt iyi’ olamaz. Ölümün kesin olduğu bu kısa yaşamda her şey sınırlı, eksik, kusurlu ve geçici. Bu durum, tüm bu olumsuzlukların müsebbibine karşı –ister doğa deyin, ister Tanrı- güçlü bir ‘kin’ duygusu yaratacaktır. Ve bu duygu, nefreti de içinde barındırır. Kin ve nefret, çaresizlik içinde daha içsel ve belirleyici bir duyguya indirgenecektir. Bu güçlü duygu da ‘korku’dur.  Ya mücadele edeceksin ki görünmeyene, erişilmeyene karşı nasıl ve neyle yapacaksın bunu? Ya da kaçacaksın ki, nereye kadar? Böyle bir durum insanı, insana karşı düşmanlaştırır. Bu, insanın yazgısıdır.” dedi ve sonra hiç konuşmadan dışarıyı seyretmeye koyuldu. Uzunca bir süre sessiz kaldık. Ve sonra otobüs bir durakta durdu. Kavacığa gelmiştik. 

Kalktı, üzerindeki zırh şıngırdayarak parçalandı ve yere döküldü. “Hoşça kalın” dedi. Kapıya yürürken, konuşmalarımıza kulak misafiri olan yolcular  kendiliğinden yol açtılar. Onu, Kavacık Mezarlığı boyunca yürürken bir süre izledim. Sonra göremedim. Adam, birdenbire sanki yok oldu.  O gün, gerçekten tuhaf bir gündü.
 
Hangi gün tuhaf değil ki?…