Kenar mahallenin varoşlarında sıradan bir sabah vakti. Rüzgârların havalandırdığı sonbahar sarısı yapraklara karışıp sokakta savruluyor yine Müzeyyen. Bir kara sevdalı o. Kavuşamayınca dengesi bozulup düşenlerden… Dünyası başına dar gelenlerden. Elinde kırık bir olta sapı. Sevgilisinin yem olduğu söylenen katil balıkların peşine düşmüş, aklı dimağını terk etti edeli. Teker teker yakalayıp cezalarını keseceğim diye Fırat’a götüren yollarda topuk çürütüyor, yağmur-çamur demeden. Yalın ayak. Dizden aşağısı çıplak, uzun kargı bacaklarının. Üstündeki ipleri çözülmüş solgun hırkasının arasındaki dirilik, bir bostan korkuluğununki kadar canlı. Çilesinden beslenerek içten içe yiyip bitirmiş kendini. Omuzlarına dağılan uzun hırpani saçlarının düğümlerini kuru dallarında bıraktığı ağaçların altından geçiyor, parmak uçlarında. Karşısında çöpten beslenen kirli çocuklar. Görünmesin istiyor onlara. Kolay değil ama o hayalet avcısı gözlere görünmeden çekip gitmek. Anında üşüşüyorlar başına. Biri sopa sallıyor bacaklarına, bir başkası saçını çekiştiriyor. Bıyıkları yeni  terlemiş alnı sivilceli bir diğeri, hırkasının eteğini kaldırıp altına bakıyor, lastik pabuçlarını tersten giyen en küçüğüyse; ağabeylerinin bu uygulamalı eğitiminden edindiği bilgi ve becerileri kullanacak kadar büyüyene değin aklına yazmakla yetinip, katıla katıla gülüyor.  Koşuyor Müzeyyen. Düz beton damlarında beyaz çarşaflar salınan evlerin kalabalıklaştığı sokakta anca peşini bırakıyor masum yüzlerine kandığımız çocuklar. Şimdi sıra büyüklerde. Eğlence ayaklarına gelmiş her nasılsa. Baş ve işaret parmağını yuvarlak yapıp dudağına yapıştırıyor şaşı bakkal. Islık sesiyle dışarı fırlıyor bastonunu kapan ihtiyar delikanlılar, kahvehanenin geceden kalma ayyaş müdavimleri. Çocuklar kadar çevik olmadıklarından onlardan çok da korkmuyor Müzeyyen. Nasırlaşmış bedeninden değil, divane ruhundan kopardıkları birkaç çimdikle ucuz atlatıyor ayyaş akbaba sürüsünü bu günlük.  Gelişi güzel kondurulmuş evlerin önünden geçiyor dar nefes. Balkonlarda hanım hanımcık ev kadınları. Müzeyyen’in tam tersi, adamakıllı sevmesini bilenler. Dünya onlara güzel, hayat onlara yaşanılır, belki de değil… Burma bilezikli tombul bilekler yukarıdan halı çırpıyor, sofra bezi silkiyor, leğenlerden kirli sular döküyor kızcağızın düğümlere boğulmuş saçlarından aşağı. 

Yol boyunca kendini işaret eden parmakların kalbura çevirdiği bedenini kıyıdaki kara kayanın üstüne bırakıp, kırık oltasını nehre uzatmayı başarıyor neyse ki. Hiçbir zaman oltasına uğramayacak olan balıkları hayal edip intikam ateşiyle kuru göğsünü yumruklarken son zamanlarda, olur olmaz yerlerde kafasını ütüleyip duran o sesleri duyuyor yine. Dalgaları karışmış bir radyodan çalınan cızırtılı, tanıdık eski teraneler… Sesler, kâh kızın algı sınırlarını zorlayan sorularıyla, nasihatlarıyla, kasabanın “ilerigelenlerinin” ağzıyla, kâh anasının beddualarla zehirlenmiş diliyle dinlettiriveriyor kendini. Nehrin şırıltısı bile bastıramıyor tiz perdeden titreşen bu ses karmaşasını.

“Yaşadıklarına, yaşattıklarına değdi mi ki Müzeyyen?!” diye başlayıp soluklanmadan  sürdürüyor gerisini. “Ne lüzumu vardı bu kadar ölümüne sevmenin. Bir tek sendin sanki sevdasına kavuşamayan. O kocasının karısı, çocuklarının anası, yuvalarının hanımı gibi gördüğün kadınlar var ya, hepsi gönüllerinin sevdiklerine vardılar sanıyorsan aptalsın!  Kocasının koynunda sevdalısının adını sayıklamamak için uykusuz geceler geçiren kadınlarla doludur dünya, unutma! Mutluluğun ‘m’sinden habersiz, ‘mış’ gibi yaparak, bir ömür bir yastıkta kocamasını bilen kadınlardan olaydın ya. Sevda senin neyineydi Müzeyyen? İlmi, mektebi, hesabı, kitabı olamaz aşkın deme sakın. Okumuşluğun hiç yok değil biliyorum. Mecnun’un Leyla’sının defteri dürüleli asırlar oldu, duymuşsundur bir yerlerden. Destanlara yakışır sevdadan, divanelik. Başka bir dünyada, başka bir boyuttasın sanki. Gerçeğine dönüversen, göz gezdirsen etrafına. Doğduğun kasabada herkes tanıyor birbirini. Küçücük bir yer burası. Tanrının altında mı, emin değilim ondan da. Barındırmazlar bu coğrafyada aşk-ı serkeşteleri,  sevdadan deliye dönmüşleri, üstelik de kadınsa…  Burada namusu için yaşar erkek tayfası. Namus keşiği çekmekten kan oturur gözlerine babaların, ağabeylerin, amcaların, dayıların! Namus cinayetleri kahramanlık gibi karşılanır buralarda, ha Müzeyyen?!” 

Seslerin, vücut bulup da parmak sallamadığı kalıyor kızcağıza. Konu namus bekçilerine gelince, en üst perdeye tavan yaparak anne ağzıyla sürdürüyor azarlamalarını çıldırtıcı sesler. Dinlemenin, tahammül edilemediği, işkenceye dönüştüğü, kelimelerin kanattığı an, işte o an. Her söz kızın yarasını tırmalayan kedi pençesi. O yara kabuk bağlar mı ki?!

“Taş doğursaydım yerine e’mi! İnsanların yüzüne bakamaz ettin hepimizi. Ha erkek diye deliye dönüp sokağa düşmüşsün, ha piç doğurup ocağımıza atmışsın. Aylardır kahveye uğramıyor baban. Ağabeylerin, ellerini kana bulamadan, mapus damlarına düşmeden, alsa da seni götürüverse deli Fırat! Başımızı, önümüze eğdin ya, cehennemlerde yanasın inşallah!”

Ruhunda bıçak çentiği yeni yaralar açıyor işittikleri. Topak topak yolduğu saçlarını yellere savuruyor. Şangırtıyla kilitlenen dişlerinin arasında sıkışan dili kanıyor. Kendine dönük deliliği bu kızın, hıncı kendine dönük. Hırkasının düğmelerini koparıp sulara fırlatıyor. İçindeki kazağın boğazına asılıp çekiştiriyor bağırarak. Sustukça tepesine binen ses karmaşasını bağırtılarla susturmayı başarıyor sonunda. Hızlı hızlı açılıp kapanıyor burun kanatları. Sularda boğulmak, karada nefessiz kalmaktan kolay gelse de ölmek istemiyor öcünü almadan. O balıklar Murat’ını yutmasaydı, balkonlarda gördüğü bileği burma bilezikli o hanım hanımcık kadınlardan daha mutlu olabilirdi belki. Seni mutlu edeceğim diye dağlara çıkıvermişti ya Murat’ı. 

Oturduğu kayanın kenarlarından sarkıttığı kargı bacaklarını karnına çekip dizlerini kucaklıyor. Nehre dalıp akıyor dalgın bakışları. Anılar eskimiş film şeridi gibi. Dağılıveriyor su üstüne kopuk ayrılık sahneleri. İlk önce kasabanın girişindeki harabe değirmen beliriyor, akışkan, dalgalı yüzeyde. Kuytusunda iki âşık. Karanlıklar sarmalamış etrafı. Suyun yıkadığı yıkık duvarlarda hayalet balık gölgeleri. Koca koca testere dişler, uçları biçmeğe bilenmiş perdeli yüzgeçler. Nehre taşmış sanki okyanuslar. Balıklama yarılan sularda yüzgeç şapırtıları ve bu şapırtılara karışan hıçkırıklar, iç çekişler, yeminli sözler. 

  İki gözüm önüme aksın ki bir hafta sürmez, dönerim.

  Akıbeti belli mi olur, ovadan dağa çıkanın?!

  Silah kuşanıp dağa çıkmıyorum ya,  hepitopu bir mektup götüreceğim sadece.

Kağıt bir zarf aydınlanıyor gecenin karanlığında ve çabucak dörde katlanıp yeniden saklanıyor çıkarıldığı gizli cebe.
 
– Güzel para var işin ucunda 

– Gidip gelmemek de…

– Döneceğim!

– Dönemezsen ölürüm!
 
“Öl öyleyse!” diye saldırıyor koca ağızlı beyaz yaratıklar, “… dağdan yuvarlanıp soframıza düşüverdi Murat’ın.”…

Hırçın bir dalga, balık dolu değirmenin üstünden kükreyerek aşıp, Müzeyyen’in oturduğu kayaya çakılıyor balyoz gibi. Kaya kadar sağlam duramıyor Müzeyyen. Durmak istemiyor belki de. Altındaki taş zemini, köpüklü diliyle yalayıp yutan dalgalara karışıp akıntıya kapılıyor. Ne bir yardım çığlığı, ne bir çırpınış, ne karşı koyma çabası. Ölümlerin en sessizi onunkisi. Balıklara dahi yem olamayacak kadar cılız bedeni, başka bir dalganın iteklemesiyle kıyıya vuruyor fazla sürüklenmeden. Ertesi sabah kimselerin umursamadığı bir sela yankılanıyor kenar mahallenin varoş sokaklarında. Ne kirli çocuklar çıkartıyor başlarını gömüldükleri çöp tenekelerinden, ne de şaşı bakkal ıslıklayıp sokağa döküyor ayyaş kahvehane müdavimlerini, eli bastonlu ihtiyar delikanlıları. Burma bilezikli “mutlu” kadınlara da ulaşamıyor sela sesleri. Ve öğle sonrası yeşil saten örtüsüyle bir tabut havalanıyor namus keşiği çekmekten gözü kanlanmış babaların, ağabeylerin, amcaların, dayıların düşük omuzlarında. Ne bir ağız ana ağıtı, ne bir damla gözyaşı. Sonbahar sarısı yapraklara karışıp kuş gibi uçuyor Müzeyyen.