Bir ailenin en büyük trajedisi, anne ve babanın yaşanmamış hayatlarıdır. (C. G jung)
Babam, ağaç yapraklarından süzülen güneş ışığını izliyordu pür dikkat. Bazen de havada uçuşan pamukçuklara takılıyor gözleri. Bense çocukluğumda yaptığım gibi derenin kenarında bulunan ve minik bir gölü andıran suyun yanı başına oturup suya uzun uzun bakıyordum. Virgüle benzeyen kurbağa yavruları, siyah lekeler gibi görünüyordu. Ne kadar garip, burası uyum içinde yaşayan ve birbirine benzeyen canlıların olduğu küçük bir köy gibi. Bu kuyruklu siyah gölgeler, kıvrak ve seri hareketlerle tıpkı insanlar gibi bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyorlar. Bazen de bu anlamsız telaşın yerini sabit ve hareketsiz bir bekleyiş alıyordu.
Bu küçük su birikintisinde bütün bunlar olup biterken, babamla göz göze geliyoruz. Baharı müjdeleyen papatya tomurcukları ve envai çeşit bitkinin, en güzel kokuyu yaymak için birbirleriyle yarıştığı o muhteşem tabloya sonradan yerleştirilmiş gibiyiz adeta. Babam sanki bana, bir şeyleri hatırlamaya çalışır gibi, derin derin bakıyordu. İki yabancı nezaketiyle belki de kayıp bir yaşamın ve kayıp bir hafızanın rehberliğinde ilk defa gülümsüyorduk birbirimize…
Babam uzun boylu sert görünüşlü ve köylülerin saygı duyduğu bir adamdı. Gülerken bile kaşlarındaki çatıklık hiç yumuşamazdı. Bense onun tam aksine ufacık tefecik, hatta büyüklerin “çırpı bacak” dedikleri türden bir çocuktum. Hayal dünyam geniş olmasına genişti ama annem “baban ne der ” dediğinde korkuyu iliklerime kadar hisseder hayal kurmaktan vazgeçerdim.
Sanki yüzyıllardır bu derenin kenarında bu günü beklemiş gibi sabırsız ve titreyen bir ses tonuyla:
Biliyor musun baba… dedim. Az ilerde küçük bir şelale var. Oraya gitmek için derenin karşısına geçmek gerekiyor. Çocuk cesareti mi desem yoksa keşfetmenin cazibesi mi bilmiyorum? İri taşlara basa basa ayağımı burkmuş üstüm başım ıslanmış bir şekilde karşıya geçmiştim. Şelaleye vardığımda yusufçuk böcekleri, çiçekler ve ötüşen kuş sesleri öylesine büyülemişti ki beni bacaklarıma batan çalı ve dikenleri hissetmez olmuştum.
Mahalledeki çocuklardan biriyle kavga ettiğimde ya da sen anneme kendince haklı bulduğun bir sebepten esip gürlediğinde, oraya gider kendi kendime söylenirdim hep.
Sesim derenin sesine karışır, öfkemi bir nebze olsun örterdi. Bu şekilde kimseyi kırıp dökmeden rahatlardım. Bir süre sonra da dereden beştaş oynamak için topladığım küçük yuvarlak taşları alıp yola koyulurdum.
Baba bak şu ağacı görüyor musun? Sence kökleriyle bağlı olmasa toprağa, birazda derenin öbür tarafında durmak istemez miydi? İsterdi di mi baba eteklerini toplar gezinirdi belki de başka bir köye yerleşirdi.
O sene okul için bir akrabamızın evine gönderdin beni. “Aman ha başımızı öne eğme, edebinle git gel yoksa seni okuldan alırım. “ demiştin ya…
Ben her şeye razıydım baba…
Başınızı öne eğmemek için ben hep başım önde gezdim.
Babam beni duyuyor fakat anlamıyor gibi boş bir ifadeyle bakıyordu. Konuştukça merhametin yerini öfke alıyor ve buna son vermem gerektiğini düşünsem de konuşmaya devam ediyordum.
Sana adımın anlamını sorduğumda 12 yaşındaydım. Böbürlenerek “SARYA cesur yürek, korkusuz kadın demek” dediğini hatırlıyor musun?
Çok sonra öğrendim ki bir başka halkın dilinde de ÖZGÜRLÜK demekmiş.
Buna inanmıştım. Yani, cesur ve korkusuz olduğuma. Bu inançla ressam olacak ve tüm renkleriyle yaşayacaktım hayatı. Soluk görünen hiçbir şeye tahammülüm yoktu. Çünkü annem hep soluktu baba.
Senin suyu çekilmiş bir gölü andıran soğuk ve sert ellerin değil, annemin kanıksamasıydı beni sevgiden yoksun bırakan.
Hiç şüphesiz ki sevgisiz yaşantınızın bir bedeliydi bana yansıyan. Elinden güven duygusu alınmış bir çocuğun inancını yitirmiş bir kadına dönüşümü kadar ağır bir bedel bu.
Ah baba! Senin uygun gördüğün bir adamla evlendim. Soyadım değişti korkularım ve hissizlik içimde bir tümör gibi büyüdükçe büyüdü… Ben de annem kadar soluktum artık. Belki de sırf bu yüzden ressam değil hemşire oldum. Dokunduğum ve sardığım her yara biraz da benimdi.
Zira hiç bir ressam renklere küsmez, içindeki çocuktan köşe bucak kaçmazdı.
Sonra ne mi oldu?
Utandım baba… Tanımadığım bir el tenimde gezindikçe ruhuma ve bedenime karşı öyle çok utandım ki… Her geçen gün biraz daha büyüdü elleri, elleri büyüdükçe küçüldü bedenim, bedenim küçüldükçe büyüdü elleri ve ben küçücük kaldım.
Büsbütün kaybolmayınca kendini bulamaz ya insan ben karanlıkta korkmadan yürümeyi öğrendim. Geleceğe dair düşlerimi pembe panjurlu evin bahçesine gömdüğünüz o yanılgıda öğrendim.
Müziğin ritmine uyup dans etmek yerine, sizin kurallarınızla oturduğum o masada öğrendim.
Ve ben yeniden doğmak adına! Kendimden geçe geçe kendimi bulmayı öğrendim baba.
Boşanma kararını kitap ayracı yaptım. Bu bana unuttuğum bir şeyi hatırlatmak için kurulmuş alarm rahatlığı veriyor… Bir yere sığamayacak kadar büyümüş kimseye ait olamayacak kadar da hafiflemiştim…
Güneş ağır ağır dağın arkasına gizlenirken babam kaygılı ve hatırlamış gibi sordu
Buraya geldiğini kocan biliyor mu kızım?
” Bir yere sığamayacak kadar büyümüş kimseye ait olamayacak kadar da hafiflemiştim…” çok etkileyici bir cümle,ileride kendinden ve öykülerinden çokça bahsettirecek bir yazar,yolu açık olsun…
8 mart dünya emekçi kadınlar gününe izdüşen harika bir öykü . Kaleminiz bitmesin .