“Kıpraşıp durma yanımda, zaten sinirliyim” diyen anneme bakıyorum. Kırlaşmaya başlamış saçlarını yolmak, feri kaçmış gözlerinin içine bakarak ‘defol git o halde’ demek geliyor içimden… Susuyorum. Bacaklarımı oynatmayı, ellerimi çıtlatmayı kesiyorum, bedenim de susuyor. Korktuğumdan, çekindiğimden değil, sadece burada bir söz daha duyarsam kendimi tutamayacağımdan. Geleli bir saat on dakika oldu. Saat, inadına yavaş ilerliyor. Sıra gelmek bilmiyor bir türlü. Duvardaki çerçeveye girip yıllardır her hastanede sus işareti yapan hemşireye takılıyor gözlerim. Gülmek geliyor içimden. Sus diyor sus, sessiz ol, sanki konuşan, konuşabilen var. Benim gibi duyguları kevgire dönmüş kim konuşmak ister ki… Sıkıntılı insanların hışmıyla kaplaması yolunmuş, süngerleri dışarı fırlamış deri bekleme koltuğu parça parça koparmaya başlıyorum. Kopardığım parçayı elimde ufalıyor, yere atıp hırsla eziyorum. Bankoda duran kız, ters ters bakıyor. Hastane dedikleri bu yerde, sahte çiçekler toz içinde değil, yerlerde çay lekeleri, kurumuş kandamlaları yok, duvarların rengi griye dönmemiş gibi koltuğa sahip çıkmaya çalışıyor. Annem bir dirsek atıp kadına gülümsüyor. Kalkıp yürüsem, biraz dolaşsam. Ayaklanınca, annem yine gözlerini devirip mantomu çekiştiriyor “otur yerine!”. Mantomu sert bir hamleyle elinden kurtarıyorum. Gözlerimi ona dikip “yeter!” diyorum bakışlarımla. Delirdiğimde neler yapabileceğimi çok iyi bildiğinden geri çekiliyor. “Senle uğraşamam, otur hadi” diyor, bu kez daha anlayışlı anne pozlarında. Ne çok sever bu pozları. Özellikle misafirler geldiğinde. O fısır fısır arkamızdan konuşan, yüzümüze gülüp sonra bin türlü dedikodu yapan kadınlar bilmiyor mu sanki? Ya sokakta yürürken, peşimizden laf atan esnaf. Hepsi riyakâr, hepsi ahlaksız, annem gibi. Peki ben? Ben çok mu masumum içlerinde? Farkım yok hiçbirinden. Şimdi aldıracağım bu çocuk kadar masum kim var ki dünyada?

Hemşire bizi çağırıyor. Şu anda sadece bu yükten kurtulmak istiyorum. Bu cendereden çıkmak. O gidince çilem bitmeyecek, eski günlere döneceğiz, yine yeniden üçümüz. Üç kişinin yaşadığı sır olarak kalır mı?

“Bunlar gemi iyice azıya almış, tüm mahalle dedikoduyla çalkalanıyor. Hoş! Adamın keyfi yerinde tabii, bir yanda çıtır kız, diğer yanda feleğin çemberinden geçmiş anası. Ama Allah çarpar valla” diyen Fatma teyze, ben ona saldırdığımda kime söylüyordu bunları, o kadarını hatırlamıyorum, sokak ortasında saç saça baş başa girdiğimiz kavgayı kimlerin ayırdığını da. O günden sonra da bir kere bile dışarı adım atmadım. Bir kelime etmedim. Susunca sessizliğin içinde her şey kaybolur sandım. Olmadı. Annem hiç sormadı, kimden diye. Eminim, koca diye koynuna soktuğunun, benim de koynuma girdiğini biliyor. Biliyor ama ses etmiyor, o da ayrı bir suskunluk oyununda. Ebelenen ben, ebe kocası. Hep aynı oyunu oynuyoruz. Bir iki üç tıp… Birazdan, günahımızın bir parçası sökülüp atılacak içimden. Annem idam fermanı imzalar gibi izin belgesini onaylıyor. Yaşım yetse bile zaten doğurmazdım ben de.  Anne olmak düşüncesi artık iğrendiriyor beni. Çocuk yapmayacağım ölünceye kadar.

İçeri giriyorum, annem kapının dışında kalıyor. “Çamaşırını çıkar” diyen hemşire, odadan çıkmaya bile gerek hissetmeden bekliyor umarsızca. Gösterdiği masaya çıkıyorum. Bacaklarım şimdiye kadar açmadığım kadar birbirine uzak. İri iki elin kabaca açtığından pek farkı yok bu masanın. Öyle hissediyorum, aşağılanmış, küçülmüş. Gece ziyaretlerinde hissettiğim gibi. Gözyaşlarımı tutamıyorum. Hemşire duygusuzca bakıyor yüzüme. Acaba benim için ne düşünüyor merak ediyorum, merak edecek başka bir derdim yokmuş gibi. Başını yana çeviriyor. Üzerime lekeli bir beyaz örtü örtüyor. “Hazırız Doktor Bey.” Kim hazır, biz mi? Elim ayağım donmuş, bekliyorum. Ellerimle masanın kenarına sımsıkı yapışıyorum. Yüzünü görmediğim doktor içeri giriyor. Bacaklarımın arasına o iğrenç adamın içine girmekten vazgeçmediği kadınlığımın karşısına oturuyor. Bir soğuk metal, uyuşturmadan öyle birden. “Gevşe biraz” sesini duyuyorum. İğrenç adam da öyle diyor geceleri gelip yatağıma süzüldüğünde “gevşe.” Kadın olmaktan, on dört yaşında olmaktan, annemden, dünyadan, yaşamdan nefret ediyorum. İçimden bir parça koparılıyor. Kasıklarım, üzerinde değinen boğalar varmış gibi ağrıyor. “Tamam, bitti, bu kadar” diyor doktor kasap arası adam. Gözyaşlarıma engel olamıyorum bir türlü. “Şu pamuğu al biraz kanaman olur ama iyi geçti zaten pek de minik bir şeymiş” diyor hemşire. “Eve gittiğinde bir ağrı kesici alırsın, akşama bir şeyin kalmaz.” Gülmeye başlıyorum. Hemşire başını iki yana sallayıp çıkıyor. Verdiği pamuğu musluk tıkar gibi tıkıyorum bebeğin söküldüğü yere. Üzerine donumu giyip pantolonu çekiyorum.

Annem koluma giriyor. Çekip kurtarıyorum kolumu. “Ne halt edersen et” diyor, önden yürüyor. Sendeleyerek yürüyorum, en azından bir hafta rahatım diye geçiyor aklımdan. İğrenç adam gelmez odama. Annem ondan değil benden nefret ediyor. Bu ikinci kocası diye mi suskunluğu, kabullenmişliği. Yalnızlıktan bu kadar mı korkuyor? Para için sokaklara çıksaydı onu severdim belki de. Onu anlamaya çalışırdım ya da evlere temizliğe gitse ne güzel bir anne olurdu. Yok, bilmiyormuş gibi sundu kızını üvey babaya. Ben çığlıklarımı içime gömerken o da beni öldürdü. “Hadi çabuk biraz, hızlı yürü” diyor. Dayanacak gücüm yok artık. Karşıdan gelen arabanın farları gözümü alıyor, kendimi yola atıyorum.