Uzun zamandır yağmur yağmıyordu, tepenin yanından akan dere de iyice incelmişti. Yaz geçerken kurudu kuruyacak derenin beslediği toprak, sonbaharın serinliğini ve yağmurlarını bekliyordu. Tepeden bakıldığında toprağın büyük çatlaklarının deseni umutsuz bir masalı dinlemenin iç huzursuzluğunu taşıyordu.
Şehre uzak o tepede bir başına duran ev, yokluk ve yoksulluğun harmanı mahallenin en tepesinde gözetleme kulesi gibi bütün evreni gözetliyordu. Oysa orada sadece düşlerine esir, yaşamakta direnen iki insan vardı. Kendi halinde bir adam ve bir kadın… Aynı mahallede büyürken aşkları da onlarla büyümüştü. Birbirlerini nerede görseler gözlerinden akan neşeli şelaleleri fark etmeyen kalmazdı. Hal böyle olunca genç yaşta evlendiler. Yoksulluk umurlarında değildi, gönüllerindeki servet her şeyi yenmeye yeterdi. Şans da yüzlerine güldü, adam iyi bir fabrikada işe girdi. Kadın da gündelikçi olarak bulduğu her işte çalıştı. Biraz rahata erdiler. Bir tek gönüllerindeki eksik kaldı; evlerinde küçük bir ses… Aile olmak öyle öğretilmişti ki; sessiz geceleri bir başlarına geçirmek, yokluğun en büyüğüydü onlara göre.
Soğuk bir kış geçiyordu ömürlerinden… Ufak bahçelerinde toprak kurumuş, çatlamıştı. Ağaçsız bir bahçede, verimsiz bir toprak. Kadın kendini toprağa benzettiğini söyledi bir keresinde, “Öyle kurak, öyle verimsiz.” diye de ekledi. Adam sarılmıştı kadına ama sarsılmıştı, içerlemişti de hayata. Kadın sessizliğe gömülüyordu yavaş yavaş… Adam ise baharı bekliyordu dört gözle, “Bahar gelsin hele.” diyordu sesinde heyecanlı bir umutla.
Baharın gelişiyle renklenen doğanın kokusu yaşama yeniden inandırıyordu kadını. Kadın bahçede öylece durmuş, akşamüstünün hafif serinliğiyle rüzgârdan kurumuş dudaklarına iliştirdiği hafif bir kıvrımla, uzaktan bakan şehrin karmaşasına gülümsüyor, içinde gezinen ufak umudun adını koyamıyordu. Adam işten dönene kadar onu bahçede bekledi. Adam elinde bir ağaç fidesiyle geldiğinde şaşırdı. “Bu kurak toprakta bu ağaç hiç yetişir miydi?” sorusu kadının bakışlarından akıyordu. Adam gözlerine ışıltılı bir sevinçle baktığında içindeki umudun yersiz olmadığını anladı. Adam soğuktan çatlamış elleriyle bahçenin tam ortasında toprağı kazdı ve fideyi dikti. Her gün suladılar ve günden güne büyüyen ağaç, kalplerinde yeşeren bir mutluluğa dönüştü. Bir de meyve verse akıllarında kuraklık ve verimsizlikle ilgili hiçbir soru kalmayacaktı. İçten içe ikisi de bunun bekliyordu, birbirlerine hiç söylemeseler de.
Yıllar geçti ağaç iyice büyüdü, yemyeşil dalları masmavi gökyüzüne uzandı. Yaprakları her mevsim ayrı bir renkle bahçelerini süsledi. Yaprakların sonbaharda sarı-turuncu dansı kadının yüreğinde demet demet bir mutluluk peyda ediyordu… Her mevsim geçişinde dalları budandıkça daha da coşup yeni sürgünlerle, hevesle büyüyen bir ağaca dönüştü. Ancak hiç meyve vermedi. Sulamaya devam etti kadın, sular kesilse de aşağı mahalle çeşmesinden su taşıdı yılmadan ancak adam yavaş yavaş ümidini kaybetmeye başladı. Geçen birkaç bahardan sonra gözlerinin içindeki ışık sönmüş karanlık bir tünele girmiş gibi kabullenmenin soğukkanlılığına kavuştu.
Yeniden bahar geldi, ağaç orada öylece duruyor ve yüksek boyu yeşil yapraklı dallarıyla sanki sessizce adama meydan okuyordu. Adam, bir sabah erkenden uyandı, eline baltayı aldı. Ağacın yanına gitti, ağaca yavaş yavaş aşağıdan yukarıya gözyaşlarıyla baktı. Bir an gözleri o ilk anki ışıltıya yeniden kavuştu. Rüzgâr savurdukça yeşil yaprakla kaplı dalların arasından kırmızı bir meyve, evet bir elma ona göz kırpıyordu. Bağıra bağıra ağlamaya başladığında kadın yanına geldi. Adam kadına dönüp ilk fideyi aldığında kurmayı hayal ettiği cümleyi nihayet kurdu; “Sen kurumuş toprak değil, yeşeren, meyve veren bir ağaçsın.” Gözyaşları içinde sarıldıklarında; ikisi de kadının içinde büyüyen beklenmedik misafirin varlığını henüz bilmiyordu.