Eskinin Cordelio’sunun Karavokiri’si, bugünün Karşıyaka’sının Aksoy Mahallesinde, 1729 sokakta, bahçesindeki sedir ağaçlarıyla, tarihi Saint Helen Katolik Kilisesinin dibinde, yeni taşındığımız evimizdeydik. Ne tesadüf, çocukluğum 1738 sokakta geçti.

Yeni yıl gecesini, karantina zincirinde, çoluk çocuk evde geçirmek zorundaydık. Eski seneyi devirmenin, 2021’in çok daha kötü olamayacağı beklentileriyle -en azından çocuklar ve anneleri için- eğlenmeye çalışıp, yiyip, içmiştik. Bütün gece ortalıkta koşuşturan, kar niyetine sprey köpükle aldattığımız çocuklarımızla, yüksek enerji koşturmalı, yılbaşı kutlamasını, kendimiz de gerçekten eğlenerek, geçirdik. Ortalık sakinleşti. Çocukların yorulmasına, uyuyup kalmasına sevinmenin tam sırasıydı.

Yeni yılın ilk dakikalarından itibaren, gevşemek, unutmak, kendimden geçmek, uzaklaşmak için soğuk şarabın kırmızısından içtim. Venedik’te geçen, Amerikan aşk filmini tek başıma izlemeye çabaladım. Amacım zihnimin hızını yavaşlatmaktı. Yılın ilk sabahı, film izlerken dalıp, uyuyakaldım. İçilen şarabın etkisiyle ter içinde uyanıp, yine uyuyup, yine uyanıp bekledim salondaki kanepede.

Yattığım yerden kalkıp, kalkmamak arasında kararsızdım. Sokağın gürültüsüne alışkın sağır kulaklarımla, sessizliğe şükrediyordum. Kendi belirsizliğimi, kaybolmamı düşünmek, bulmaya çalışmak, sadece bir noktaya bakmak çabasındaydım. Nefes alıyordum. Pencerenin panjurları arasından serbest kalan ışık demetleri ile gizlenen karanlık noktalar arasındaki dengeyi, panjuru yukarı kaldırarak bozdum. Yeni günün ağardığını görmek, gelen yılla ilgili umudumu arttırdı. Mutlulukları hayal edebilmem için güneşin doğuşunu beklemem gerekiyordu demek. Kendime yeni bir ders çıkarmıştım.

Bu dersi seneler önce çıkartmıştım, farkında bile değildim.

Çok zaman önce, bir yılbaşı gecesi, benim için hiçbir derinliği olmadığı belli olan, isimlerini unuttuğum, onların da benim ismimi çoktan unuttuğuna emin olduğum eski sevgili ve bir grup arkadaşla kutladığım, katlandığım yılbaşı gecesi eğlencesi sırasında, fazlaca sıkılıp, yabancılaşmış hissettim. Fırsattan istifade, evin banyosuna sığındım. Çocukluk, gençlik arkadaşımı gizlice telefonla aradım. Durumun acilliğini, zırvalığını, yalnızlığımı anlattım. Yeni yılın ilk sabahında buluşmak üzere sözleştik.

Rumeli Kavağı’na gitmeye karar verdik, buluştuğumuzda. Pek özgürdük. Ocak ayının birinci sabahında İstanbul sokaklarında hiç kimse yoktu. Anlaşılan, İstanbul da bizim gibi özgürdü.

Boğaz’ın boş sahil yolundan Rumeli Kavağı’na ulaştık. Gözümüzün kestiği, eskinin Kavak ağaçlarının yakınında, sobası yanan, “Bizim Balık Restoran”ının naylonla kaplanmış kapısından girdik selamlayarak garsonları, mekân sahibini. Sobanın başına oturduk, ellerimizi sobanın üstünde tutarken, bir yandan Boğaz’ın mavisini, sert dalgaların akışını izliyorduk. Köpoğlu, beyaz peynir, atom salata, füme uskumru ve lüfer balığı, Tekirdağ rakısı ve kızarmış ekmek siparişlerini verdik. Pek bir fıkra anlatma, zincirden boşalma, gevşeme ruh halindeydik. Her şeye gülüyorduk, gürültücüydük, senenin ilk sabahında neşe içinde, gecenin ağırlığını hissetmiyorduk. Unutmuştuk birileriyle beraber olma çabasını.

Lüfere, elimizdeki nimetlere, gençliğimize, var olan enerjimize, özgürlüğümüze şükrediyorduk.

Gecikmeli de olsa, farklı yılbaşını kutlamaya başladık. Güler yüzlü balıkçıları da gördük dükkânın önünden geçerken, hemen bizim masaya davet ettik. Böylece, bulunduğumuz mekânı tam bir yeni yıl festivaline çevirdik. Balıkçılar, oradan buradan konuşmalarımızla pek eğlenmişlerdi. Onlar da bize, Türk balıkçıya âşık olan bir Rum rahibe kızın bulunduğu öteden beri yaygın olan muhteşem söylenceyi anlatmışlardı. Dalga da geçmişlerdi bizimle.

İstanbul’un anılarımda yer eden, çok çok güzel bir öğlen saatiydi. Artık emindim, yeni gelen yıl bize uğur getirecekti. Hayatımın en güzel günlerinden biriydi.

Hiç unutmadım.

Güneşin doğuşuyla, Rumeli Kavağı öğlen buluşmasından binlerce gün sonra, Kilise’nin yanındaki evimizin küçük balkon kapısının perdesini kenara çektim. Depremden sonra taşınmak zorunda olduğumuz evden bakışı, yeni açısını alışık olmadığım için dikkatle inceledim. Yağmur damlalarının ıslattığı balkon tırabzanının kenarından, biraz uzağa baktığımda çam ağacını gördüm. Yıkılacak evimden görebildiğim ağaçlardandı. Yakından bakınca boyu daha kısaydı. Kışın bu kadar yeşil olan ağaç, iğneli çam türü bir ağaç olmalı diye düşündüm. Sürekli önümüzde duran bir nesneyi ilk defa görmek, yeni yılın ilk keşfi, bir mucizesi olsa gerekti.

En ufak rüzgârın esmediği durağan havada, yağan yağmurun şifalı etkisini taşıyan bir ağaçtı. Taze serin kokusunu bile hissediyordum. Geçmişimdeki imgeler tetikleniyordu bu görüntüyle, kokusuyla. Ağacın en güzel yanı, arkada zihnimin yıkıntıları gibi duran, depremde yıkılan evimin görüntüsünü gizlemesiydi. Böylece, kendimi daha ferah hissedebiliyordum. Şükür, ağaç orada duruyordu, altında da otobüs durağı vardı. İnsanların otobüs beklediği, daha çok dinlendiği bir duraktı. Cam sundurmanın altındaki bankta, insanların gelene geçene baktığı, sokağa çıkma yasağında dinlendikleri, bekledikleri bir korunaktı. Benim çok yakınımda duran, ağacın savunduğu bir korunaktı.

Sevdim bu çam ağacını.

Güneş tepeye yükselmeye başladı, güneş ışınlarının iğne yapraklara yansıması yağmur damlalarıyla birleşip, gözümü alıyordu. Çam ağacı parlak bir mücevhere dönüştü. Doğanın ne güzel, mutlu edici devinimiydi. Gökyüzündeki bulutların geçişleriyle, puslansa da ağacın görüntüsü, yağmur çiselese de, kaderin cilvesi doğal bir tiyatro sahne oyunu demekten başka çaremiz yoktu.

Senenin ilk günü, binlerce gün önce, eski dostumla buluşup, balıkçı lokantasında, soba başında rakı içtiğimizden farklıydı. İnsanlar değişiyor, mekanlar değişiyordu. Ne de olsa, sokağa çıkmamız da yasaktı. Kilitliydik evimizde, yeni sığınağımızda. Çocuklara, Rumeli Kavağı’ndan anımsadığım Türk balıkçıya âşık olan bir Rum rahibe kızın öyküsünü anlattım. Sprey köpüklere bulanmış, dikkatle dinledi çocuklar. Mutlu oldum.

Yeni yılı, kendim için hayal kurma yılı ilan ettim. Kendime söz verdim.