Her şey bir rüya gibiydi. Beni istemeye gelmişlerdi. Sonunda kurtulacaktım. İçimin karanlık geceleri bitecekti. Kurtulacak, gelin olarak gideceğim evde temiz bir sayfa açacaktım. Güzel günlerim başlıyordu nihayet. “İyi ki“ diyordum,”bir delilik yapmadım, canıma kıymadım”. Hoş o da doğru değildi ya! Aslında ben bir korkaktım. Ölmekten ölesiye korkuyordum.
Gerdekten önceki gün bir kadın doğumcuya gidilmiş, evden telli duvaklı çıkarken belime kırmızı kurdela bağlanmıştı. Babam, ağabeyim ve annem gönül rahatlığıyla artık halaya durabilirlerdi çünkü artık pirüpaktılar. Bense ümitliydim; ailemden kurtulacaktım, yeni bir hayatım olacaktı, en çok da sessiz çığlıklarım son bulacaktı.
Evlendiğimde hayat nihayet bana gülmeye başlamıştı. Tanımadığım bir aileye gelin gitmiştim. Kocam sessiz, sakin, yaşı yaşıma, boyu boyuma uygun kendi halinde iyi biriydi. Başka ne isterdim ki hayattan. Gözlerimin içi gülüyor, yüzümde güller açıyordu. İçimdeki yaralar da zamanla kabuk bağlar, eninde sonunda düşlediğim hayata kavuşurum diyordum.
Kötü günlerim çabuk başladı hem de hiç beklemediğim bir anda… O günü asla unutamam; kocamın ailesine akşam yemeğine gitmiştik. Çıkarken eğilip önce kayınvalidemin sonra da kayınbabamın elini öptüm. O da beni tutup iki yanağımdan öptü. Ne olduysa işte o zaman oldu, sanki yanağımdan öperken dudağı dudağıma değdi. Bir an içim karardı. Tiksindim. Korktum. “Doğru olamaz!“ dedim. Kendimi buna inandırmak için çok uğraştm. Kesin yanılıyordum. Aynı kabusu mu yaşayacaktım yeniden? Kocama söylesem anlar mıydı ki beni? Canından bir can olduğum halde annem bile beni anlamamıştı bir zamanlar. Olanları nasıl unuturum ki? Henüz ergenliğe yeni eriyordum, hafiften göğüslerim çıkmaya başlamıştı. Önce yanağımdan bir makas almakla başladı. Sonra “Kız tomurcuklarına bir bakayım“ dedi. Sımsıkı sarıldı. Arkası çabuk geldi. Ne olduğunu anlamadım. Kaçıp kurtulmaya çalıştım Allah için. Okkalı bir tokat önce yüzüme sonra sırtıma inince kendimi yerde buldum, babamsa üstümdeydi. Hangi çabuklukla canımı öylesine yaktı anlamadım. Hiç mi acımadı bana bilemedim. Eliyle ağzımı kapatmadı. Çığlığımın duyulmayacağından çok emindi. Kapı aralıktı. Gördüm, annem bize bakıyordu. Çaresizliğimi görmüyordu, görmek de istemiyordu. Gelip beni bu eziyetten kurtaracağına, yavaşça kapıyı çekip kapadı. Ben o gün hem babamın karısı oldum hem de yaşayan bir ölü. Keşke ölümden bu denli korkmasaydım. Çıkıp bir çatıdan kendimi aşağıya bırakabilseydim. Uzun sürmezdi, sadece bir iki saniye. Keşke yere çakılsaydım. İçimdeki korku, tiksinme hissi bitseydi; huzura kavuşsaydım. Yaralı ve lekeli olarak hayatımı sürdürmez, kendimden ölesiye tiksinmezdim. Bir korkağım ben, biliyorum. Hep bir çukura atılmaktan korktum. Üzerime kürek kürek toprak atılmasından da. Ölmekten çok korktum. Ötesi yok. Her “Anne!“ diye başladığım cümlelere annem “Bir sus kız!“ diye cevap verdi. “Kimse duymasın, el âleme ne deriz? Bu yaşta beni dul mu bıraktıracaksın? Güllerin mi dökülür, babanı idare etsen biraz?“ Gizlendiğim köşelerden hep çıkarıldım. Sığındığım akraba evlerinden geri getirildim. Kaçıp uzaklara gidemedim, kötü yola düşerim korkusuyla beslendim. Hep korktum. Sonunda kurbanlık koyun gibi pes edip, kaderime razı oldum. Sustum. Yosun bağladı yüreğim gözyaşlarımda ve sessiz çığlıklarımda. Yoruldum. Çığlığımı duyacak, gelip elimden tutacak kimsem yoktu. Kabullenmiş, razı olmuştum kaderime. Beterin beteriyle ise meğer henüz karşılaşmamıştım. Nereden bilebilirdim ki askerden dönen ağabeyimin de beni kendisine karı yapacağını? Onun da babası gibi yanaktan bir makas almakla başlayacağını? Sanki annem, babam ve ağabeyim aralarında anlaşmışlardı; ya babam ya da ağabeyim beni bir şekilde tek başıma yakalıyordu. Sonrası kolaydı, suratıma okkalı iki tokat, sırtıma bir tekme, hemen yere düşüyordum. Zaten nasıl karşı gelebilirdim ki çok zayıf ve güçsüzdüm. Onlarsa güçlü ve kuvvetliydi. Bazen kapıyı bile kapatmıyorlardı. Annem bizi görünce sessizce kapıyı çekiyordu. Ben annemin önce kuması olmuştum, sonra da gelini. Ne trajik bir durumdu bu. Kimselere anlatamıyordum. Aybaşılarımı takip etmek de sanırım anneme verilmiş bir görevdi. Çetelesini tutuyordu. Bir gün sekse hemen yüzü kararıyor, bana ağır eşyalar taşıttırıyordu. Kazara hamile kalsaydım eminim onun da bir çaresini bulurdu annem. Ortağı olduğu suçun öğrenilmesini istemezdi asla.
Kayınbabam konusunda yanılmış olmayı çok isterdim. Durmaksızın “Bir yanlışlık olmuş olmalı, adamın boşuna günahını alıyorum” diyor, kendime kızıyor, içimde hem öfkeyi hem de korkuyu büyütüyordum. Bir sonraki yemeğe gittiğimizde ise neredeyse emin oldum. Baba dediğim, belki de bana baba sevgisini göstermesini umduğum adam gözleriyle beni soyuyordu. Tepeden tırnağa soyuyordu. El öpme faslından sonra yanağı yanağıma dediğinde öylesine hızlı hareket ettim ki dudağı dudağıma değdiyse bile anlamadım. Bir saniyeden bile az sürdü öpüşme faslı. Ancak ellerinin göğsüme çarpmasını engelleyemedim.
O günden sonra giyindiklerime daha dikkat eder oldum. Etek boyu yerlere kadar uzadı, bol kıyafetler içine saklar oldum bedenimi. Yeni kaygılar başladı; yeter ki dikkat çekmeyeyim, yeter ki huzurum kaçmasın,yeter ki ben de birazcık mutlu olayım…Madem artık yeni bir yuvam var, hayatım böyle devam etsin, çoluğum çocuğum olsun istiyordum. Ben de herkes gibi yaşamak, beni gönlüne alan bir kocanın ölene dek karısı olmak istiyordum. Yüklerimden kurtulmak, yavaş yavaş kendi ailemden kopup yeni ailemin bir parçası olmak istiyordum. Onları çok sevmek, onların da beni, hiç değilse bir yudum sevmesini istiyordum. Kendimi bu defa korumak, artık temiz kalmak istiyordum.
Bir Pazar günü yine kayınvalidemlere gittik. Her zamanki gibi günü onlarla geçireceğiz; sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemeği, bazen de araya sıkıştırılan birkaç yakın akraba ziyareti . Kahvaltıya oturacağız. Kayınvalidem oğluna “Bir koşu fırından sıcak ekmek al, iki tane de simit“ diyor. Kocam çıkıyor. Kayınvalidem bana “Kızım sen de oturma kalk mutfağa git, çaya bak demini çekmiş mi? Dolaptan domates, salatalık çıkar sofraya!“ diyor. Mutfağa gidiyorum. Kapısı aralık. Buzdolabını açıyorum. Domates ve salatalığı çıkarıyorum. Hızlı hızlı sudan geçiriyorum. Domatesler için çukur bir tabak alıyorum, salatalar içinse oval. İşe salataları soymakla başlayacağım. Elime gelen ilk bıçağı alıyorum çekmeceden. Kayınvalidemin hep kullandığı büyük bıçak bu. Hatta merak edip bir defasında sormuştum, “Bu bıçakla kesmek zor olmuyor mu?“ diye. O da “Yok kızım, ben alıştım elim başka bıçakta rahat etmiyor artık“ demişti.
Salataları soyma faslını bitiriyorum, verev kesip tabağa güzelce dizeceğim. İlk salatayı elime almamla arkamda bir soluk hissediyorum. Daha ben kafamı çevirip bakmaya fırsat bulamadan, birisi arkadan bana sarılıyor. Tıpkı babam gibi. Ağabeyim gibi. Çaresizim. Bağırmak istiyorum. Sesim çıkmıyor. Altıma kaçırıyorum korkudan. Sonra hızla geri dönüyorum. Elimdeki bıçağı saplıyorum gelişi güzel. Gözüm hiçbir şey görmüyor sadece kanlar fışkırıyor üzerime. Durmuyorum, habire bıçağı çıkarıp saplıyorum. Muftak kıpkırmızı oluyor. Kocamın babası yere düşüyor.
Şimdi bana “Konuş, anlat ne oldu?“ diyorlar? Nihayet beni duymak istiyorlar. Bu defa ben kulağımı, yüreğimi kapatıyorum. Sonsuza dek hiç kimseyi duymak istemiyorum. Atılan çığlık, dökülen gözyaşı artık beni yaralayamayacak…Bir daha asla sessiz çığlığımda boğulmayacağım.
Nuriye kalemine sağlık sessizlerin çığlığı olmuş tebrikler
Çok teşekkür ederim, sevgiler.