Yaz sıcağında geldi. Hiç beklenmedik bir anda. Yavaş yavaş ve sinsice… Önce giysiler geldi. Bir çantanın içinde… Anahtar gitti, gidişinin nedenini sormadan. Kitaplar geldi, sayfaları açılmadan raflara yerleştirildi… Eski gazeteler, bazı eski dergiler, masalar, bambular, pijamalar… En son terlikler geldi. Sıkılmış, utanmış gibi hep bir köşede sıkışıp kalmış olmaktan. Geriye ne kaldı? Ne kaldı hüzünlerin ardından ve yeni hüzünler içinde? Birkaç resim, birkaç saksı çiçek, zamanın tanıklığından başka… Bakınca anlam kazanan gözler. Hepsi bu… Bir yaz alacasında geldi. Hangi aydı? Hangi saat? Hangi gün? Anımsamadı. Bilmek istemedi. Günlerden bir gün olarak kalsın istedi belki de. Gelip saçlarında konakladı önce. Sonra dudaklarında. Dudaklarının sıcaklığına soğuklar kattı. Kan uzaklaştı oradan. Soldu rengi dudağın… Kıvrımları silikleşti. Gözlerinde durakladı biraz. Dalmadan yangının içine, kenarından, kıyısından çekip gitti, uzaklaştı. Ellerine gitti. En sonunda yüreğinde konakladı. Uzak Anadolu köylerinden birinde bir yaz akşamı çerçilerin gelip kulağına fısıldadığı şarkılar kadar özlem yüklüydü. Dağlandı yüreği. Geldi kimseler görmeden, insanlar bilmeden. Beklenmeyen bir mevsimde… Yaz sevecenliğini sonbahara terk ederken milyonlarca insanın yaşadığı bu kentte ayrılık geldi…

Bekledi, telaşla, yorgun ve ürkek. Ümidi ümitsizliğe, ümitsizliği umuda ekleyerek bekledi. Akşam iş çıkışlarında yollarda koşuşturdu. Bekledi. Ansızın çıkıp gelecek ve camını tıklatacak “Ben geldim!” diyecek olanı. Bir çift gözü… Bir deli yüreği… Zamansız gülmeyi unutan, yakın, bildik gülücüklerle dolu bir yüzü.

Gün kısaldı. Gece uzadı. Saçları uzadı… Bedeni ufaldı. Çok ufaldı. Yüreği daraldı. Eylül, Ekim, Kasım, Aralık ve Ocak demedi, saatleri günlere, günleri haftalara, haftaları aylara, ayları mevsimlere ulayarak bekledi. Fırtınalı günlerde özlem doldu. Sevdi. Sevgisi bitmedi. Hasreti bitmedi. Daha da büyüdü. Bekledi. Beklenen bir kez bile apansızın gelmedi. Camını ansızın tıklatmadı. Yüreğini zamansız hoplatmadı. İçinde ziller çalmadı. Kampanalar isyana gelmedi.

Ne kadar zaman geçti böyle? O ve düşler… Düşlerdeki sevilen… Unutulmayanlar. Hep hatırlananlar. Şehrin merkezinde bir ev. Pazar günlerinin keyfi. Paylaşılan küçük sevinçler… Saksılar dolusu çiçekler. Yudum yudum içilen sevgiler. Sabahları doğan günle beraber camlara güneşin doğuşunu çizen sevgili… Artık yaşamayan doğuştan sakat bir kedi yavrusu. Bir özlem… Bir yalnızlık. Ne kadar zaman geçti böyle? Bilemedi. Yüreği burkuldu. Çok özledi. Bazen yük oldu hasreti gidenin. Telefon kulübelerine attı yüreğini. Mekanik bir ses duymak için. Yanlış numaralar çevirdi. Açılan telefonları kapadı. Yanılgıları üzerine gelip açıldı birer birer ahizeler… Konuşamadı, sustu… Kâh sesini duydu. Ferahladı. Adımları hafifledi. Kuş ürkekliğiyle, karanlık, tenha sokaklarda koşuşturdu. Kâh özledi. Resimleri konuşturdu. Bir yüreği dolup taştı. Bir bunaldı. Bir uzattı elini gecenin karanlığında bir sıcak ele dokunduğunu sandı. Bir baktı eli boşlukta… Hep yanıldı. Yanılgılarında yoruldu. Çok yoruldu.

“Ölünceye kadar dost kalacağız!” mı, “Hep seni göreceğim” mi demişti ayrılık gelip konduğunda hayatlarına… Saf mıydı? Vahşi bir yanı mı vardı? Çocuk muydu? Gelişmemiş bir yanı mı vardı? İnsancıl mıydı? Anlamadı. İnandı. Dostluğa… Asıl olan dostluk değil miydi? Aşk bitse de kalacak olan hep? Bir çift göze.  Atışları yorgun bir yüreğe. Bir yüreğin içten çırpınışlarına. Bir gülüşe… Bir sıcaklığa… Paylaşılan günlerin güzelliğine. İnandı. Sadece inandı.

Yemek paydoslarında ve iş çıkışlarında bir kaçak gibi tenha yollara attı ayaklarını. Ayakları yanlış yollarda sürttü. Gözleri yorgun düştü yabancı görüntülerden… İstiklal ’deki özgür, uçarı, mutlu günlere paydos dedi… Atmadı kendini vitrinlere… Vitrinlerde görüntüsünü yakalayıp kendisiyle dalga geçmedi. İnsan seline katılmadı akşamları… Tenha sokaklarda yoruldu, bilmedik kaldırımlarda düşledi… Kimse bilmedi… Ağladı… Gören olmadı… Yüreğini çıkarıp meydanlara attı. İnsanlar yanından geçip gitti. Kanının rengini gören, anlayan olmadı…  Günleri içti… Ayları yedi… Mevsimleri yudumladı… Unutamadı… Unutmak istedi. Beceremedi. Unuttu mu giden? Bilmedi. Anlamadı.

Bir iş çıkışı, yorgun bir günün ardından yüreğini özgürleştirmek istedi. Sevgisine sevgi katmak. Eski günlerdeki gibi… Geçip gitmek istedi bir uçtan uca İstiklali… Yüreğini dağlayan hüznü eski binaların balkonlarında sergilemek istedi. Yalnızlar yorgunu caddenin yeni yalnızı olmak istedi. Yürüdü. Zamanı unuttu… Anı unuttu. Geçmişi unuttu. Sustu… İnsan selinin içinde… Yitik bir yürek gibi. Takıp bakışlarını yabancı bakışlara… Bir köşede, bir sinema önünde birden karşılaştı… Bir çift gözle. Gözlerini kaçırdı kadın. Başını eğdi adam. Bir selam vermeden, gözler hiç konuşmadan gözlerle geçip gitti akşamın rüzgârları konarken başka camlara… Gitti adam, yanında bir başka kadın. Yüreğini sıkan akşam, yüreğini sıkan karşılaşma… Otobüs durağına zor attı kendini. Aldı başını evine gitti… İstemedi bilmesini insanların yenilgisini… Gözleri gülerken içinden ağladı… Gözleri pınar oldu. Gözyaşına hâkim olamadı, taştı sel oldu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Dört duvar arasında. Kafasını yastıklara gömerek, hıçkırıklara boğularak ağladı.

Bu karşılaşmanın ardından, adamın yüreği burkuldu mu? Adam telaşlandı mı? Hüzünlendi mi? Kadın bilmedi… Bitmez akşamlardan birinde kadın bir daha uyanmamak üzere sonsuz bir uykuya yattı… Kimseler bilmedi. Adam ise hiç!