“Günaydın, hoş geldiniz! Verin şemsiyenizi alayım.”
“Çok teşekkürler! Ne kasvetli bir gün, yağmur dinmek bilmiyor.”
“Evet, ama öğle sonrası açıyormuş.”
“Ne güzel haber! Moral verdiniz.”
“Ses tonu da ne kadar hoş!” diye düşündü adam: “Kolaylıklar dilerim.”
“Çok teşekkürler!” Asansöre yönelmişken birden aklına gelince, “Az kalsın şemsiyemi unutuyordum,” diye döndü.
“Kurusun burada; akşam çıkarken alırsınız.”
“Yok, yok! Unuturum sonra…”
“O zaman merak etmeyin, kuruyunca getiririm.”
“Çok naziksiniz, teşekkürler, e, şey… (Allah seni kahretmesin! Yine adamın adını unuttun di mi? Bravo sana valla, bravo!) Peki, oldu o zaman, iyi günler!”
Asansöre bindiğinde hâlâ düşünüyordu ama çıkmayınca, çıkmıyordu işte. O sinirle muayenehanenin kapısını açtı, gelen giden yoktu. “Bir kere de benden önce gelin yahu,” diye söylendi. Hemen ısıtıcının düğmesine bastı, sıcak bir çay iyi gelecekti. “Seninkiler gelene kadar, oho!” dedi, “El âlemin altı aylık adamı seni kapılarda karşılasın, şemsiyeni tutsun, bir de kurutsun, sen de gel para verdiğin insanların hizmetini gör. Kafamın tasını attırıyorlar ya, dur bakalım!”
Hışımla içeri seğirtti. Neyse ki ortalık derli topluydu. Hoşuna gitti. Akşamki yirmilik epey zorlamış, gömüldükçe gömülmüştü yerine. Muayenehanenin altı üstüne gelmişti. Sabah keyfi, bilgisayarın başına kuruluverdi. Her zamanki gibi önce posta kutusunu açtı. Gereksiz bir sürü şey doluşmuştu yine. Nereden de buluyorlardı adresini. Tek tek ayıkladı hepsini. Sıra sonuncuya geldi, “A-a, bu da ne böyle? Bay-X! Kim ki bu?” Açtı: Ben seni neden mi sevdim? “Ne bileyim ayol?” Koca sayfada üç beş dize… Hayretle anlam veremedi. “Kesin yine bir şey pazarlayacaklar,” diye tam silecekti, vaz geçti. Dizeler hoşuna gitmişti. Ona özel yazılmıştı sanki. Hatta bir yerlerden hatırlıyordu da, düşündü, bulamadı: “Aman ya, daha sabah-akşam gördüğün adamın adını çıkaramıyorsun da bunu mu çıkaracaksın?” İçeriden gelen ses, “Günaydın! Çay ister misiniz?” diyordu. “Alırım bir daha!” dedi, sert bir sesle… Dikkati dağılmıştı. Bilgisayarı kapattı, önlüğüne uzandı; yoğun bir gündü yine…
Hayatı ev-iş-ev düzleminde akıp gidiyordu! “Yoğun ve sıkıcı! Bari trafik gibi yoğun ve akıcı olaydı!” dedi müstehzi, pencereden bakarken. Aklına dizeler geldi, heyecanlandı. “Hoppala! Bu da nerden çıktı? Üç beş dizeye mi muhtaçsın artık?!”
Her gün gelen dizeleri merakla bekler olmuştu. Yaşamı ne kadar kuruydu! “Mesleğime adadım ben kendimi,” diyordu hep. “İyi halt ettin! Neye yaradıysa?” diye düşündü, “işin yoksa uğraş dur, onun kalıbı, bunun protezi.” Hayatının neşe kırıntıları, üç beş dize attıran bir belirsize mi kalmıştı yani?! Ha sahi, bu sabah ne yazmıştı?
“Allaallah! Hangi cesaretle yazıyor bu densiz böyle?! Hem beni nereden tanıyor ki? Kor yanan yüreğiyleymiş; sanki böyle sevgiler kaldı da!” derken çok gerilere sıçrayıverdi, “Sen de sevmemiş miydin öyle, yüreğin korlarla deline, deline,” diye sordu kendine.
Tören günü heyecanı doruktaydı. Bölümünü dereceyle bitirdiği için onur belgesini onun ellerinden alacaktı. Diplomaya uzanan eli zangır, zangır titriyordu. Bölüm başkanları Prof. Dr. Kudret Çakıroğlu, soyadına yakışır deli mavi gözleriyle nasıl da muzip gülümsüyordu. Hafifçe ellerini tuttu kutlarken, ‟sakin ol bebeğim,” der gibiydi. Biliyordu ona duyduğu aşkı. Karşılıksız da değildi üstelik. Aniden alnına kızgın bir şaplak yapıştırıverdi: “Tabii ya! Tabii, bu o! Evet, kesinlikle o olmalı! Dizeler aynı sanki!” Bu kadar geç uyandığına şaşırdı.
“Lakin bizim için, daha doğrusu benim için çok geç!” demişti durmadan. Ne dese onu ikna edememişti. “Sana bu haksızlığı yapamam daha çok gençsin, bu bir hevestir, gelir geçer!” Belli ki geçmemiş, gönlü dağlanıp kalmıştı o derin mavilikte… Tesadüf, bir gün dekanlık ofisinde onu yalnız yakalayınca dayanamayıp “Aşığım sana hocam!” diyerek boynuna sarılmıştı gözyaşlarıyla. Nasıl da şefkatle beline dolanmıştı kolları. Ama sadece bir an. O anın bitmesini hiç istememişti. Yüzyıl sürse anca yeterdi. Sonra yavaşça onu kendinden uzaklaştırıp “Korkuyorum,” demişti, “korkuyorum, küçüğüm!”
Akşamı zor etti. Bir an önce eve varıp mektuba bakmak istiyordu. Doğruca yatak odasına geçti. Gardırobun en alt çekmecesinin, en arkasına gizlediği – kimden saklıyorsa – o ilk ve son mektubu telaşla çekip aldı. Zarf sararmıştı. Unutulup giden anıların şahidi gibi göz kırpıyordu dizeler; şiir aynıydı…
Kâğıdı hırsla fırlatıp attı yatağın üzerine! Epeydir içinde birikenler, tuz bastığı yaraların tadıyla billur, billur akıyordu gözlerinden. “Aptal!” dedi, “Aptal, denemeye değmez miydi? Böyle acı çekeceğimize yaşayıp da çekmek daha iyi değil miydi? Bitecekse de bitmiş olurdu, bitmiş gitmiş!” Hâlbuki şimdi dinmeyen bir acı vardı benliğinde.
“Yok, yok, bu böyle olmaz!” dedi, “Kanal tedavisi şart! Yoksa bu sinir beni benden alır. Şu hale bak yahu, kaç sene geçmiş üstünden, sanki daha dün!” Koparıp almalıydı o siniri, üstüne de bir dolgu, oldubitti vesselâm! Hem, ne demek oluyordu bu? Onca yıl sonra böyle aniden ortaya çıkmalar, korkakça mail atmalar. Kudreti adında kalmıştı anlaşılan. Ama dur bakalım illâ da o muydu? Belki de başkasıydı. Nereden biliyordu. Ama bu kadar tesadüf olabilir miydi? Sonra birden hatırladı… “Sabret!” dedi, “son dizede belli olur Kudretin mi, Karamanın mı oyunu ?” Ve beklemeye başladı, hiç karşılık vermeden.
Dizeler gelmeye devam ediyordu.
Beklenen gün gelip çattı. Sıra son dizelerdeydi. Erkenden geldi ofise, bilgisayarın başına geçti ve beklemeye başladı. Tak düştü posta Bay-X’ den. Heyecanla açtı, elleri titriyordu. “Kızım, sen iyi ki âşık olmuyorsun. Şu haline bak ya! Bu ellerle dolgu mu yapılır?” derken alaycı, son satırı arıyordu gözleri hızla. İşte karşısındaydı. “Aman Allah’ım!” dedi, “O, kesinlikle o!!!” Yine aynı şekilde İLK’in üstü çizilip SON yazılmıştı. Çok oluyordu ama artık, görecekti gününü. Bunca yılın acısı bir bir çıkacaktı. “Kork benden kork!” diye söylenerek “Yarın saat 15.00’de, Markiz’de…” yazdı. Sadece o kadar…
Kapıya geldiğinde kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Durdu, soluklandı. Derin bir nefes aldı. Ona kadar saydı, yavaş yavaş bıraktı. Bir daha, bir daha… Kalbinin dur durak dinlediği yoktu. “Böyle olmayacak!” dedi, “Hadi, yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin!” Bir cesaret kapıyı itip daldı içeriye… Oradaydı, arkası dönük, o meşhur şapka başında yine. Usulca yaklaştı. Omuzunu dürttü hınçla, alaycı sesiyle, “Merhaba Kudret!” dedi. Adam dönünce ikisi de şoka girdi, ama ne şok! “Kudret mi?” diyenin şaşkınlığına karşın “A-a-a-a! Siz? Ne alâka?” diyordu diğeri de hayretle!
Bacakları kesilmişti adeta, kendini iskemleye zor bıraktı. Nasıl olabilirdi? Karşısında binanın resepsiyonisti, ay, adı neydi yahu, birden hatırladı, Atilla Bey duruyordu. Rengi kaçmış olacak ki, adamcağız telaşlanmış, aceleyle doldurduğu bardağı içirmeye çalışıyordu. “Lütfen, biraz su alın!” diyen sesi yüzyıl ötelerdeydi. Yavaş yavaş sakinledi. Şoku geçtikçe, siniri kabardı. Bu ne küstahlıktı. Bir yandan da o komik kıyafet gidince, kelli felli bir adam çıkmıştı karşısına. “Hoşmuş!” derken yakaladı kendini, üstelik gözleri mavi. Hiç dikkatini çekmemişti. Demek ki bazı kıyafetler insanı kişiliksizleştirmek için giydiriliyordu. Hepsi doktor önlüğü olacak değildi ya! Sonra birden kendini Atilla Bey’le tatlı bir sohbetin içinde buluverdi.
Emekli edebiyat öğretmeniymiş. İlk günden vurulmuşmuş ona ama aralarında dağlar varmış. “En iyi yol bildiğin yoldur oğlum,” demiş, “bir cesaret, şiirle başla sen bu işe…”
“Şanslı köpek! Tam on ikiden vurdun!” diye geçti içinden, bir yandan da kendine gülüyordu. Nasıl da Kudret sanmıştı. Hâlbuki adam kim bilir kaçına merdiven dayamıştı, o da yaşıyorsa tabii! “Sen geldin altmış beşine, ha-ha-ha!” Sinirinden bunu bile düşünememişti. Ama o günkü hasta randevularını iptal etmeyi akıl edebilmişti. İki üç saate yakın kaldılar orada.
Çıkarlarken, neden olmasın diyordu son defa ikinci bir bahar, altmış beş yaş üstü?!