Çocuk buzlu suyu keyifle içen yaşlı kadının dalgalar gibi hareket eden gıdısını seyretti. Kadın nefes aldıkça, tuhaf sesler çıkarıyor ve boğumlu boynu da – her ne kadar, baş örtüsünün düğümü altında kalsa da- seslerle uyumlu bir şekilde inip kalkıyordu. Annesinin ‘öküz boyu’ diye nitelendirdiği üstü normalden geniş, altı uzun ve dar bardak yaşlı kadının susuzluğuna ancak yeterli gelmişti. Çocuk gururla izledi yaşlı kadının su içmesini. Harçlığını boşa harcamamıştı ve o kadar kolayı da boşuna içmemişti. Annesi kullanmak istemese de üzerinde kabartma şeklinde Coca-Cola yazan bardaklar harikaydı işte!

Yaşlı kadın boş bardağı bacağına koydu. Soluğu normale dönmeye başlamıştı. Burnunun ucuna inmiş olan gözlüklerinin üzerinden sevgiyle baktı. Çocuk yaşlı kadının yüzündeki – çok acı çekmiş insanlara has- katı ifadenin yumuşadığını görebiliyordu. Sadece bir an için bile olsa, gözlerindeki karanlığının içinde minik pırıltılar uçuşmuştu. İkisi de zamandan ve mekândan bağımsız olarak gerçekleşen, içten bir yaşantı üretmenin getirdiği o anlık hazzı yaşadılar.

Yaşlı kadın “su gibi aziz ol, oğlum” dedi. Çocuk aziz olmanın ne anlama geldiğini bilmiyordu ama iyi bir şey olduğunu hissetti. Yaşlı kadının bakışına gülümseyerek cevap verdi. Kadın ter içindeydi; çiçekli etek ve gömlekten oluşan iki parçalı giysisinin koltuk altları ve boyun kısmında koyu renkli ıslak lekeler vardı.  Çocuk “afiyet olsun, Şeküranım Teyze” dedi. “İstersen pazar fileni evine kadar ben taşıyayım.”

Yaşlı kadın sokağın diğer ucunda oturuyordu ve evine ulaşmak için küçük bir yokuş daha çıkması gerekiyordu. Çocuk önerisini çok mantıklı bulduğu için cevabı beklemeden fileye doğru uzandı. Yaşlı kadın çocuğu sol eliyle durdurdu. “Yok yok, ben hallederim” dedi. “Zaten hiçbir şey almadım ki. Tek kişi olunca insanın canı bir şey almak istemiyor. Hoş beş için görmeye çıkıyorum pazara.”

Çocuk ne yapacağına karar vermeye çalıştı. Yaşlı kadının pek gitmeye niyeti yok gibiydi. Hâla bardağın dibinde kalan buzlarla dizlerini soğutmaya devam ediyordu. Sol eliyle de ten rengi çoraplarını dizlerinin üzerinden aşağıya doğru yuvarladı. Geniş bir don lastiğiyle tutturulmuş çoraplar tombul etlerinde derin bir iz bırakmıştı. Baş örtüsünü, gıdısı altındaki düğümünü açmadan, ensesine indirdi ve her zaman sol cebinde duran mendilini çıkardı. Anlını silerken “sağ ol, benim güzel evladım” diye cevap verdi.

Yaşlı kadın gözlerini meyve ağaçlarının ardında uzanan denize doğru çevirdi. Çocuk bu bakışı çok iyi tanıyordu. Şeküranım Teyze, mahallenin diğer ucunda oturmasına rağmen, kendini bildi bileli evlerinin bir parçasıydı. Pazar dönüşü, sabah kahvesi, öğleden sonra çayı, akşam gezmesi için çat kapı gelirdi. Nedense her zaman yanında kederini de birlikte getirirdi. Özellikle en neşeli olunan anlarda, yıl başı tombalasında, bayram tatlısı yenirken, televizyonda Gönül Yazar çıktığında, derin bir iç çektikten sonra gözlerini uzaklara sabitleyip “ah, Süleyman Bey… Böyle mi olacaktık biz?” diyerek ölen kocasına serzenişte bulunurdu.

Çocuk ilk başlarda gerçekten üzülüyordu onun yalnızlığına, kederli haline. Daha sonraları yaşı ilerledikçe Şeküre Hanım’ın hep aynı tonlamayla, hep aynı şeyleri söylediğini fark etti ama o acıma duygusu hiç değişmedi. Ona yardım etmek istiyordu ama bunu nasıl yapacağını bilemiyordu. Elinde boş Coca-Cola bardağıyla balkondaki muşamba kaplı metal sandalyeye göbeğinden dolayı bacakları açık bir şekilde oturan yaşlı kadına baktı. Çaresizlik duygusu bir kez daha net bir şekilde zihnine kazındı.

Ve annesi tam zamanında, her zamanki gibi doğru sözleri söyledi. Mutfaktan balkondaki konuşmayı duymuştu. Çocuk annesinin bunu nasıl yaptığını bilemiyordu ama bahçenin ucundaki fısıltılarını bile duyma yeteneğine sahipti annesi. İçeriden seslendi:

“Ay abla, nereye gidiyorsun bu sıcakta. Zaten balıkları kızartmaya başlamıştım. Beraber yeriz. Oğlum sen de sofrayı kuruver bakalım.”

Yaşlı kadın cevap vermedi. Gözleri uzaklarda, sadece kendisinin gördüğü bir resme bakmaya devam ediyordu.

Çocuk ve annesi biraz önce gelmişlerdi pazardan. Yaşlı kadın her Cumartesi yaptığı gibi saat on buçukta kapılarında bitmiş ve her pazar dönüşünde yaptığı gibi “hadi siz önden gidin, ben yavaş yavaş geliyorum” diyerek çocuk ve annesine ayak bağı olmamaya özen göstermişti. Mahalleleri kasabanın dışındaki kooperatif evlerindeydi. Tepeye ulaşıldığında deniz manzarası göze güzel görünüyordu ama ulaşması zaman alıyordu işte. Bahçeli, içinde tek katlı ‘küçük ama şirin’ evlerden oluşan iki sokaklık bir evrenin içinde, dünyadan kopuk yaşıyorlardı. Herkesin diğerleri hakkında her şeyi bildiği ama birbirlerine hiçbir şey bilmiyormuş gibi davrandığı, ancak yardım istendiğinde hızlıca örgütlenebildiği güzel bir evrendi yaşadıkları.

Çocuk balkon duvarına yaslı duran katlanan masayı açtı ve masayı silmek için mutfağa seğirtti. Annesi üç kişilik bir masanın tüm hazırlığını çoktan yapmıştı. Annesinin aynı anda beş iş yapmak gibi müthiş bir yeteneği vardı. Birkaç dakika içinde sebze meyveyi yerleştirebiliyor, balıkları bir makine kadar hızlı ayıklayabiliyordu. Koca bir çoban salata, ekmekler, el bezleri ve buzlu suyla dolu koca bir sürahi tezgâhın üzerine askeri nizamda yerleştirilmişti. Yine bir yandan küçük tüp üzerinde istavrit balıklarını kızartırken, bir yandan da -balığın kokusuyla kavga edecek kadar buram buram kokan- bir karpuzu dilimliyordu. Çocuk, kenarlarında çepeçevre turuncu geometrik desenler olan melamin tabakları ve takım olması için Züccaciyeci Aytekin’den taksitle alınan su bardaklarını hemen fark etti. Bardaklardan birini alıp, ikinci tel dolaba sürgüne gönderilmiş olan Coca-Cola bardağıyla değiştirdi. Her şeyi gören annesi bu küçük çekişmeyi de bakmadan fark etmişti. “Ağzına kadar doldurup, suyu ziyan etme” dedi. Çocuk yarım bardak suyun neden bu kadar önemli olduğunu hiçbir zaman anlayamıyordu. Doyunca içemiyordu işte. Sucuk değildi ya bu! Ya da muz… Suydu işte, su!

Birkaç dakika sonra masaya birlikte oturmuşlardı. Cırcır böcekleri radyodan gelen Sabite Tur Gülerman’ın yanık sesini bastırıyordu. Öğle sıcağı çevredeki bütün kokuları kaynaklarından alıp, havada uçuşturuyor ve hepsini birbirine boca edip baş döndürücü bir parfüm oluşturuyordu. Sardunyalar, anne turşusunun sarmısaklı sirkesi, domateslerin iç bayan nefesi, Şeküranım Teyze’nin limon kolonyasıyla karışık hafif ter kokusu…

Annesi, sürahinin delikli yerini buzların dökülmeyeceği şekilde ayarlayıp yaşlı kadının önündeki çizgili bardağa doldurmak üzere uzandı. Yaşlı kadın bardağın üzerini eliyle kapatıp, kenarda duran Coca-Cola bardağını masaya koydu. “Başka bardak kirletmeyim.”

Çocuk bunun kendisi için yapılmış bir jest olduğunu, yaşlı kadının gözlerinden anladı. Bir kez daha kadının düşük göz kapaklarının altında kalan gözleri on yaşında bir kız çocuğunun hınzır bakışıyla aydınlandı. Annesi çocuğun bardağını yarısına kadar doldurup, sürahiyi havada tuttu. Çocuk “söz” dedi. ‘Öküz boyu’ bardak tepesine kadar doldu.

Annesi her zaman yaptığı gibi yemeğe başlamadan önce insani boyutlardaki bardağına uzandı. Bardağı, sanki çok değerli bir şey tutuyormuşçasına iki eliyle kaldırdı ve içerken başını hafifçe diğer tarafa çevirdi. Çocuk annesinin bu alışkanlığını hiçbir zaman anlamamıştı. Yaşlı kadından aldığı güçle sordu:

“Anne ya, neden su içerken başını çeviriyorsun?”

“Su içerken, sadece suyu hissetmeliyiz. Karşımızda biri varken bakışlarımız karşılaşabilir, ona veya suya saygısızlık yapabiliriz.”

Çocuk suya saygısızlığın nasıl yapılabileceğini bilmiyordu ama annesinin dediği gibi bardağına odaklandı. Bardağın alt kısmı buğulanmaya başlamıştı bile. O anda sabahtan beri su içmediğini fark etti. Ağzı kurumuştu. Annesinin yaptığı gibi bardağını saygıyla -iki eliyle- tuttu ve başını hafifçe diğer tarafa çevirdi. Bardağı dudaklarına götürdü ve gözlerini kapadı.

Önce ağzında başlayan serinlik yavaş yavaş içini sardı. Dişlerinin dibinden başlayan bir canlılık bütün vücudunda gezinmeye başladı. Anlamlandıramadığı bir sevinç hissi bütün vücudunu sardı. Bardağı sonuna kadar nefes almadan içti. Sonunda öyle bir ‘oh be!’ çekti ki, kendi de şaşırdı tepkisine. Hepsi birlikte gülüştüler.

Çocuk annesinin ‘aziz ol’duğunu düşündü.