Torunları onunla sürekli dalga geçiyordu; “Anneanne, kıtlıktan mı çıktın? Ne yapacaksın bunca su dolu şişeyi, kavanozu?” diye. “Bize miras olarak bunları mı bırakacaksın?” Elbette ne kadar anlatsa anlamazlardı kendisinin susuzluktan neler çektiğini. Bilemezlerdi suyla imtihanının henüz küçücük bir çocukken başladığını. Köylerinin tam ortasından bir dere geçerdi. Kış boyunca kar altında kalır, baharla coşar ve yazla beraber kurumaya başlardı. Akşam yemeğinden sonra küçük çocuklar köyün alt tarafında bulunan bostanları sulamaya giderdi. Bostanların başladığı yerde, dere önce genişler sonra daralırdı. Yaz başında, daraldığı yerde derenin ağzına çalı çırpı yığılır, önü taşlarla desteklenirdi. Küçücük bir gölete dönüşürdü genişleyen kısmı. Sihirli bir el değmişçesine, geceleri bereketlenirdi sanki derenin suyu. Mucizenin köy çeşmesinden akıp gelen su olduğu akıllarına bile gelmezdi. Bostanların sulanması çocukların göreviydi. Oyun da ne demekti? Daima yapılacak, ucundan tutulacak bir iş olurdu. Daha yürümeye başlar başlamaz ve biraz söz dinler olunca, bir işin ucundan tutması istenirdi çocuğun. Hiçbir iş gelmezse elinden bir tarlada korkuluk olurdu icabında! Her akşam yemeğinden sonra, bir nine gözetiminde, göletin başında oturup dolmasını beklerdi çocuklar. Yeteri kadar dolunca, bostanlar tarafındaki kapatılmış ana ark açılır, su arkının içinde nazlı nazlı ilerlerken sırası gelen bir koşu bostana dalar, kendi bostanına giden arkın önünü açar, açık olanı hemen kapatırdı. Bostanının ortasında, ay ışığında ve yıldızların altında korka korka beklerdi, sulamanın bitmesini çocuklar. Gecenin bir köründe ancak biterdi bostanların sulanması. Tüm çocukluğunun yaz akşamları ve geceleri hep böyle geçmişti. Su demek beklemek demekti, alaca karanlık demekti, sabır demekti, yarı uykulu kurbağa sesleri arasında sabahlamak, ay ışığında suya vuran ağaç gölgelerinden korkarak birbirlerine daha da sokulmak demekti, kıpırdayan her ağaç dalını bir canavara benzetmek ve korkudan titremek demekti. Nine önde kendileri arkada, gözlerinden uyku akarak, arkalarından birinin gelip kendilerini kapmasından korkarak evlerine dönmek, ancak dönünce rahat bir nefes almak demekti.
Anneannenin çocukluğu suyla imtihan demekti. Evlerinde su yoktu. Bulaşıklar köy meydanındaki çeşmede, çamaşırlar ise derede yıkanırdı. Çeşmenin suyu da yaz gelince pek yavaş akardı. Çeşme başı kuyruğu gece gündüz hiç bitmezdi, evlere güğümlerle su taşınırdı. Dedesi, cennete gitme isteğiyle ve hayır olsun diye, karşı dağdan köylerine künk döşeterek eskisinin yanına yeni bir çeşme yaptırmıştı. Evlerinde su yoktu olsun, dedesinin namı almış yürümüştü ya!
Köyden şehre göç ettiklerinde, şehri ikiye ayıran kocaman gölü görünce şaşırıp kalmıştı. Göletleri, gördüğü gölün yanında bir avuç kadar bile değildi. Bir yakadan diğer yakayı görebiliyordu ama nereden başlayıp nerede bittiğini ve tuzlu olduğunu henüz bilmiyordu. Susuzluk korkusu uçup gitmişti. Su nöbetleri de bitmişti şükür. Kaldıkları müştemilatta musluğu açtıklarında akan suları vardı. Korkuları bitmişti. Ondan mutlusu yoktu. Köydeyken uykularını mahveden su bekleme kâbusları da bitmişti. Zamanla unutmuştu nöbetlerini. Sanki o değildi onca kâbusları yaşayan. Sanki bir kitapta okumuş, hangi kitap olduğunu unutmuştu. Öylesine uzak ve silik bir anıydı doksanlara kadar. Sonra şehrin başına bir susuzluk belası musallat oldu. Şehir susuzluktan kırılırken, hâlâ musluğundan şarıl şarıl su akıyordu. Mutfağında soğuk su, şofbenini yakınca banyosunda sıcak suyu vardı. Helal olsun diyordu, bu yöneticiyi hayat boyu hep seçmeliyiz. Ne yapıp edip bir yolunu buluyordu ta Yalova’dan tankerlerle su taşıtıyordu. Binadakileri katiyen susuz bırakmıyordu.
Semtin giderek bir cazibe merkezi olmaya başlaması, artan kiralar, üstüne ne zaman biteceğini kestiremediği bir işsizlik süreci. Hesap, kitap. Karşıya taşınma mecburiyeti. Yabancısı olduğu bir semt. Yeni bir ev. Kira sözleşmesinden önce daireye ait yarım tonluk su deposunun dolu olduğunun yerinde teyidi. Taşınmadan önce yapılan temizlik ve depodaki suyun bitmesi. “Nasıl olsa akşama gelir, dolar!” diyerek üstünde pek durmaması. Taşınmanın İlk akşamı. Açılan musluk. Musluktan su yerine gelen sadece bir tıs sesi. Yıllar sonra su nöbetlerinin yeniden başlaması. Hasret kalmak gece uykularına. Kulak hep açık musluktan gelecek seste. Beklerken kitaplardan kitaplara hiçbir şey anlamadan dolaşmaca halleri. Ancak gece on ikide gelen su. Birinci kat sakinlerinin boş kapları doldurması, banyo yapması, bulaşık çamaşır derken ikinci kata ancak sıranın gece birde gelmesi. Bazen suyun gelmesinin gece ikiyi veya üçü bulması. İkinci kat, üçüncü kat, dördüncü kat derken ona sıranın ancak sabaha doğru gelmesi, sıra geldiğindeyse suyun ip gibi akması. Bazense tam sıra geldiğinde kesilmesi. O ip gibi gelen suyla ancak bulaşıkların yıkanması, çay yapmak için çaydanlığın doldurulması. Bir iki tencerenin yedeklenmesi. Hepsi o. Susuzluktan banyo yapmayı unutacaktı neredeyse. Yarım yamalak ıslattığı bezlerle koltuk altlarını silebiliyordu ancak. Saçları hepten yağ içinde. Ha bitlendi ha bitlenecek. Elde fazla para yok. Taşınıp gitmesi mümkün değil. İş bulana dek ancak birkaç ay idare edebilirdi.
Her gece, beklerken uyuya kaldığı koltuktan fırlıyor, yavaşça açılan kapının sesiyle. Suyun bol aktığı anlarda doldurduğu şişeler, asker gibi arka arkaya dizilmişler. Merdivenleri iniyorlar. Kaçıyorlar. Önde dört adet Taşdelen damacanası, arkasında ise, tencereler, tavalar, plastik maşrapalar, kavanozlar şampuan kutuları. Ne olur ne olmaz diye doldurduğu küçük kavanoz kapakları, hatta şampuan kapakları. Hoplaya zıplaya iniyorlar merdivenleri, aralarında bir adımlık boşluk bile yok. Nereye sığdırmış olabilir bunca kavanozu, şişe kapağını? Delireceğini hissediyor. Tüm emekleri heba olmuş, olacak. Hem çok hızlı iniyorlar merdivenleri hem de adım atacak bir boşluk bırakmıyorlar merdivende. Koşup önlerine dikilip “Durun, gitmeyin!” diyemiyor. Hareket ettikçe otomatik yanıyor. Nihayet bina çıkışındalar. Çıkar çıkmaz farklı yönlere sapıyorlar. Su dolu damacana ve kavanozların bir bölümü büyük caddeye doğru, diğerleri ise aşağıya diğer caddeye ve ara sokaklara doğru son sürat koşuyorlar. Su dolu kapaklarsa peşlerinden. Gözünü karartıp Taşdelen damacanalarından birinin kulpuna yapışıyor. O çekiyor damacana da kendisini öyle bir hızla geri çekiyor ki büyük bir şangırtıyla sokağın ortasına düşerek tuz buz oluyor. Bakakalıyor elinde kalan damacananın kulpuna. Uyanıyor. Dört aydır kendisine musallat olan kâbusunun en kötü yerinde. Musluğu açık bırakmış yine. Su gelmemiş hâlâ. Duyduğu yine bir tıs sesi.
Dört ay süren susuzluk. Diğer daire sakinlerinin ve ev sahibinin zar zor ikna edilmesi. Binanın bahçesine beş tonluk bir su deposunun yerinin hazırlanması, kurulması ve dışarıdan tüm dairelere tesisat döşenmesi. Ustaların peşinde harcanan ciddi mesai. Hidrofor öyle tazyikli basıyor ki suyu, ilk defa eski bina sakinleri gürül gürül akan suya kavuşuyor. Depo işini hallettiği için tüm hayır duaları hanesine yazılıyor dedesi gibi. Binadaki mutfaklar, banyolar yenileniyor sıcak ve soğuk suyu birlikte akıtan tesisatla. Kiracı olan ona, musluktan akan suyla yetinmek kalıyordu, bir de suyla doldurduğu damacanaları, şişeleri, kavanozları, evin bir odasına istifleme huyu.
Torunlarının ‘’kıtlıktan mı çıktın’’ diye dalga geçtiği anneanne bunları yaşamıştı oysa anneannenin kıtlıktan değil de susuzluktan çıktığından kimsenin haberi bile olmamıştı.
Çok hoş bir öykü..