Çok şey vardı anlatılacak, o yüzden sustum.
Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı.
Sen duydun mu sustuklarımı?
Oğuz Atay
Duymuyorum. Sadece bir çınlama. Uzun, tiz, bitmeyen bir çınlama… Seslerin de rengi varmış meğer, duyamamak da evreni görememek gibi… Renkler solgun ve eksik sesini duymayınca…
Her şey o gün başladı belki de o gün bitti. O günün gizemi bütün zamanlarda birikmiş lanetlerin durmadan üzerime yağışı ve ıslanışımda saklıydı. Sırılsıklamdım çaresiz ve umutsuzluktan. Şehrin büyük caddesinde küçük adımlar atarak yürüyorduk. Vitrinlere bakarak gidiyor, olur olmaz oyalanıyorduk. İş çıkışı bütün stresimizi atmak için arada bir böyle bir yöntem uygulamamız için sessiz bir anlaşma imzalamıştık sanki. Genellikle neşemizi bulduktan sonra güzel bir yemek yer ardından da ayaklarımız ağrıyana kadar yürürdük. İkimizin de evin yolunu uzatmak için türlü sokaklardan dolandırması tesadüf değildi. Fakat o akşamüstü farklı bir kalabalık sarmıştı etrafı. Fark etmemiştik. Nedense buna şaşıran bir tek ben oldum.
Yürüdüğümüz yönün aksi istikametinde büyük bir grup hızla üzerimize gelmeye başladı. Öyle bir rüzgâr oldu ki eteklerim havalandı. O bana sımsıkı sarıldı ve bir boşluk bulup kenara çekti. Birbirimizin gözünün içine endişe içinde bakarken yanımıza siyah ve büyük metal bir şişe düştü. Gökten, uzaktan, bir elden, bir yerden… Nereden geldiğini bir türlü anlayamadım. İkimiz de önce öylece kaldık. O ayağa kalktı, anlamak için metal şişenin geldiği yöne doğru gitti. Arkasından baktım yere düşen bir pankartı kaldırıp bana gösterdi; Siyah karton üzerine kalın kırmızı harflerle “SUSMA, SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK.” yazıyordu. Başımı öne eğdim ve baş başa kaldığım metal şişeye bakarken birden o akıl almaz ses duyuldu ve etraf güneş yanı başımdaymış gibi aydınlandı. Ses bombası olmalıydı bu. Öyle yakınımda patladı ki kalbim göğüs kafesinin içinde sağa sola savruldu. Başım sanki bir an gövdemden ayrıldı ve sonra geri yerine oturdu.
Gözlerimi açtığımda etrafı bulanık görüyordum. O geldi bir şeyler söyledi. Dudakları hareket etti ama hiçbir şey duymadım. Sadece ince bir çınlama… O esnada anladım ki paramparça olan sadece kulak zarım değil ruhumdu. Bütün çatlaklarına rağmen bir arada durmaya çalışan sanki kırılmış ve her şeyi eksik gösteren bir aynaydı ruhum. O’nun bu aynaya ne zaman baksa artık ömrümüzü parçaları kaybolmuş tamamlanamayan bir yapboz gibi göreceğini düşündüm o an.
Yaralı ve yorgun eve döndük, mecburen işi bıraktım. O çalışıyor birlikte yürüdüğümüz yolu her gün tek başına yürüyordu. Yine de birbirimizin yaralarını sarmaya çalışıyorduk. Ruhumuzun derinliklerinde sancılı bir savaş çıkmıştı ve biz bundan habersizdik.
İlk zamanlar konuşurdu benimle, bağırırdı hatta belki sesini duyarım diye. Dudaklarını okumaya çalışarak duyuyor gibi yapardım bazen de gülümserdim. Yine de anladı onu hiç duymadığımı. Git gide daha az konuştu. Sonra sustu. Artık sessizlik duvarlarıyla örülü soğuk bir evimiz vardı. Hiçbir ses duvarlara çarpmıyor, duvarları aşındırmıyordu. Her suskunluk sadece kalbini aşındırıyordu ve kendi içine doğru büyütüyordu yalnızlığını. Sessizlik duvarları arasında sıkışıp kalmıştık, hepsi bu.
Bastırılmamış bir savaşta kaybetmeye mahkûmdu ömrümüz. Git gide daha derinden daha yaralı geçerken zaman uzaklaşan iki insanın sessiz kederi sarmıştı evimizi… Özgürlük, adalet, eşitlik aranırken ölümün, yaraların, yıkılmış hayatların hepsi ruhumuzdan akıyordu birbirimize her bakışımızda.
Ben konuşmayan ve duymayan sanki öylesine bir insandım artık. Oysa sesin güzelleştiren sihrine inanırdım. Sıcak bir seslenişle günüm aydınlanıverirdi. Şimdi suskunluğun gecesinde ömrüm. Düşüncelerim daha derin, zihnim daha dalgın… O ise susarak anlatıyordu bana duymadığım her şeyi. Bazen içimi görürcesine bir bakış, bazen de dolan gözlerinde boğulduğumda anlardım ama O bilmezdi.
Neden bu kadar suçluluk duyduğunu evden giderken anladım. Elinde aynı o günkü gibi siyah bir kartona kalın kırmızı harflerle yazılmış pankart tutuyordu. Pankartta “SUSTUKLARIMI DUYDUN MU?” yazıyordu.