Ömrümün en sıkıntılı dönemlerini yaşıyordum. Bir yandan Corona, diğer yanda yeni bir “toplum inşası” programının bende yarattığı dehşet duygusu ki düşman başına! Bunaldım ve aldım başımı çekip Masallar Ülkesi’ne kaçtım! Başka ne yapabilirdim ki, deve kuşu gibi boynum uzun ve eğri değildi; başımı kuma gömemezdim. Tek çıkış kapım masallar ülkesiydi. Ve ben de öyle yaptım.  O büyülü kapıdan geçip masallar diyarına vardım. O masal senin, bu masal benim, avare avare dolaştım durdum. Keyfime diyecek yoktu! Bin bir, on bin bir gece masallarını izledim, Alaattin’i kıskandıracak masallar yaşadım. Az gittim, uz gittim. Dere tepe düz gittim. Nihayet bir ülkenin sınırlarına dayandım. Bu ülke, fevkaladenin fevkinde Liberalizmusla “açık bir ülke” ve de halkı, kapanmış bir toplumdu. Sınırları da geçişgendi. Legal ve illegal sığınmacılara karşı yüreği gibi sınırları da açık, cömert bir ülkeydi. Kirlenmiş para temizleme kurumları, sakinleştirici, yumuşatıcı madde tüccarları, adım başı sınırlar arası alış-veriş kapılarıyla ünlü olduğundan, içeriye girmem hiç de zor olmadı. Ülke, müreffeh bir ülkeydi. Bütün ülkeler, bu ülkeyi ve evrensel üstü ölçütlerde yetenekli ekonomist Sultanları’nı kıskanıyordu. Ağzım bir karış açık, hayret ve de hayranlık içinde ülkeyi izliyordum. Olmakta olanları, “gelmekteki gelenleri” izlemek için cam küre yerine TELEVİZYON dedikleri düz bir camdan hemen her şeyi ve elbette ki Sultanları’nın onayladığı şeyleri izliyorlardı. Bazılarında üst- baş dökülüyormuş kimin umurunda? Aç ve açıkta kalan olsa da aldırmayacak kadar mutluluktan sarhoş görünüyorlardı. Her yerde Sultanları’nı izliyor, onun için bayılıyor, saraylarının ihtişamından, kuş sütü eksik sofrasından söz ediyor, sanki kendileri de o sofradaymışçasına mutlu oluyorlardı. Sultan’ın ve saray erkânının pahalı arabaları, lüks uçaklarıyla övünüyor, “Helal olsun her şey sana yakışır Sultanım” diyorlardı. Böyle bir halkı bulmak dünyada asla mümkün olamazdı. Ama burası bir masal ülkesiydi ve burada her şey mümkün oluyordu!

Ufak sineklerin mide bulandırdığı şeyler de olmuyor değildi elbette. Ama bunlar devede kulaktı. İçteki düşmanlar tetikte bekliyor, dış düşmanlarla birlikte “milli ve manevi değerleri” berhava edecek bir işbirliği içinde, sinsice çalışıyorlardı. Sultan onları izliyor, vakti ve saati geldiğinde düşmanlarını zindanlarda çürütüyordu. Zindanlarda artık yer kalmadığı söylentilerine halk, asla inanmıyordu. Kimsenin Sultan’ın kudretinden sual ettiği yoktu! Halkı, büyülenmiş gibi gözleri perdeli, olan biteni görmüyor, görmediği için mutlu oluyordu. Ne iyi bir halk diye imreniyordum. Olan biteni anlamak, ülkelerini tanımak için sorular sorduğumda yüzüme bön bön bakıyor, “ amma da çok soru soruyorsun” diye işkilleniyor, bazıları öfkeleniyordu. “Söz gümüşse sukut altındır” diyorlardı.

Akşam olunca eski Sirkeci Otelleri gibi bir otelde yatacak yer buldum. Her yer, her ülkeden gelen envai çeşit insanlarla kaynıyordu. Yemekten sonra lobide sihirli aynalarını, ben de diğer konuklar gibi izlemeye başladım. Televizyonları pek eğlenceliydi. Bulmuş da bunamış, kadir bilmez adamlar habire “memleket meseleleri” dedikleri bu masal ülkesinin sorunlarından söz ediyor, yarı örtük, şifreli bir dille mütemadiyen tartışıp duruyorlardı. Nafile bir çaba! Onların bu yırtınmaları kimsenin umurunda değildi. Öyle görünüyorlardı. Gene de birçok bilinmezle dopdolu bu halkın, insanı arasıra şaşırttığı da oluyormuş. Öyle söylediler. Daha geçenlerde bir şarkıcı otuz sene önce söylediği bir şarkı yüzünden bir sürü azar, bir o kadar da çemkirmeyle yüz yüze kalmış. Güya şarkıcı ”Bre cahil Âdemoğlu” diyesiymiş. “Aman” demişler  “Sultanımız duymasın, tutar o hakaretçi dilini koparıverir!” Yapar mı yapar! Bir iki üzgün ve de kırgın laf etmiş bülbül, çünkü Sultan’ı çoook seviyormuş! Sonra da susmuş bülbül. Baykuşlar uykuya yatmışlar!

Ertesi günü yine ülkeyi dolaşmaya koyuldum. Nice kuyruklar gördüm ki… Yoktular. Kimileri ekmek, kimileri yağ, kimileri de bal kuyruğunda vakit geçirip eğleniyorlardı. (Uydurdum. Bal kuyruğu yoktu) Gittiğim bir yerde, beni çok şaşırtan kuyrukla karşılaştım. Yürüdüm, kuyruğun başına varınca olan biteni gördüm de anlamaya aklım yetmedi… Dünya insanı işte!

Bir dikiş makinası yapmışlar… Özel mi özel! Makinenin önünde bir tabureye oturuyorsun. Dudaklarını sımsıkı kapatıp uzatıyorsun ileriye doğru. Terzi Başı, dikiş makinesinin kumaş sıkıştırma ayağını indirince, mengeneye sıkışmış gibi duran dudakları göz açıp kapanana kadar “overlokla” dikiveriyordu. Diken memnun, diktiren mutlu, oradan ayrılıp “Garantili bir suskunluğun” keyfini sürmek için evlerine gidiyor, eşleriyle el kol işaretiyle anlaşıyorlarmış.

Zaten halkın çoğu sadece seyrediyordu. Ya televizyonlarında, ya da cep televizyonu olan cep telefonlarından izliyorlardı. Çok az konuştuklarından, sözcüklerin anlamları da zamanla yitip gidiyor, kelimeler anlamsızlaşıyordu.  “Sultanları onlar için konuşuyordu, ne gerek vardı çene yormaya? Hele düşünmek… Allah korusun! Çünkü düşünmenin, “Sessiz Konuşmak” olduğunu, konuşmanınsa, “Sesli Düşünmek” olduğunu biliyorlardı. Sultan’ın, kendilerinin yerine düşünmesi onlara yetiyor da artıyordu bile! Bizdeki gibi “bilgi” burada “erdem” değildi! Cehalet: Saflık, temizlik ve teslimiyet demekti! Her yerde, erdem ve yücelik olarak kabul gören cehalet için okullar açılmıştı! “Bunca cehaletin ancak eğitimle mümkün olacağını” Sultanları da biliyor olmalıydı! Bana öyle söylediler. Ben onların yalancısıyım…

Bütün bunlar, Terzi Başını izlerken geçti kafamdan. Bana, “Sen de mi diktirmek istiyorsun” dediğinde irkilip kendime geldim. Dudaklarımı sımsıkı kapadım. “I…ıh” anlamında başımı sağa sola çevirdim, el kol işaretiyle istemediğimi anlatmaya çalıştım. Gülerek, “Sıradaki!” Diye bağırdı. Dehşet içindeki halim, onu eğlendiriyordu. Kedi misali… Merakımı yenemedim. Nasıl yemek yediklerini ve susadıklarında nasıl içtiklerini soruverdim. “Her şey maddiyat, yemek ve içmek değildir, “şükür etmesini bileceksin” derken, konuşmadan tasarruf için olacak, sokağın ucundaki diğer kuyruğu işaret etti. Orada ne var diye gittim. Baktım ki ne göreyim? Hemşire kılıklı şişman bir kadın, önünde oturanın burnundan midesine inen hortumu, şıpadanak sokuveriyordu. İşi biten, yandaki masadan bir koli “şerbet” alıp gidiyordu. Şerbetler ora halkının ödediği vergilerle alınıyor olsa da, Sultanlarının cömertçe Şerbet dağıttığını sanıyorlardı.  Ağızları dikilmiş, burunlarına “sonda” sokulmuş insancıklar, şerbetlerini alarak, güle oynaya evlerinin yolunu tutuyordu. Gördüm ki Sultan, tebaasını şerbetliyor, başka türlü dersek: Şerbetle besliyordu. “Vay be…” Dedim…”Ne ülkeler varmış!”

Öğrendim ki, bu masal ülkesinde sadece iki sınıf vardı. Birinci ve önemlisi: Sultan’ın saray erkânı ve tebaasından ibarettir.  Önceleri onlara da kaşıkla verip kepçeyle almaktan çok yoruluyormuş Sultan. “Ağızları diktirme kampanyası” tutunca, Sultan ve saray erkânı, bu kaşık – kepçe olayından kurtulduğu için çok mutlularmış. İkincisi: İşbirlikçi hain Sultan muhalifleriydi. Onlardan bahsetmeye bile değmezmiş. Eeee… Dört başı mamur bir yer bulmak, masallar ülkesinde de zormuş! Âdemoğlu işte… Bulunca bunuyor! Hasetten çatlamamak için kemerimi gevşettim. Ah dedim ahh… Böyle bir Sultan bizde de olsa! Ve böylece Patriakal Sultanizmus ’un Ekonomikus’u bizde de uygulansa… Ne iyi olurdu!

Bu Masal Ülkesinde aydınlandım. Adeta “ermiş” oldum. Hemen ülkeme dönmeye, “baba erenler” gibi halk için halk adına çalışacağıma söz verdim kendime. Ülkeme döndüm. Yorgundum. Bir köy kahvehanesine uğrayıp, bir bardak çay içeyim dedim. Kahveden içeri girince birden kendimi, sanki daha önceleri okuduğum – yazarının adını şimdi hatırlamıyorum – karanlık bir öykünün içinde buldum. Yine böyle karanlık bir kahvehanede gölge adamlar vardı. Televizyonda başkanları konuştukça canlanıyor, ete kemiğe bürünüyor, konuşma bitince sönüveriyor, görünmez oluyorlardı. Çırak çocuğa, “çay” dedim halsizce. Televizyona baktım. Ağzım açık kala kaldım; Oydu!

Çaycı çırağı çocuk çayımı uzatırken, hâlâ açık kalan ağzımdan bir iki kelime dökülüverdi Allahtan. Niye böyle karanlıkta oturduklarını sorunca, “Abi, elektrik faturalarını ödeyemiyoruz. Mecburen, tasarruf için elektrik ampullerini söküp attık!” Demez mi? Tam bu sırada dışarıda, dağınık birkaç gruptan yükselen ve kadim zamanlardan kalma cılız bir slogan duydum. “ Susma… Sustukça sıra sana gelecek!” Bu nedir anlamında çocuğa baktım. Boş ver, önemsiz şeyler anlamında omuzlarını kıprattı.

Sonra ilkinden daha güçlü başka bir haykırış güç bela ulaştı kahveye. “Düşüncelerimiz ve onlarla uyumlu eylemlerimiz bizimdir. Hiç kimse ve hiçbir otorite onları denetleyemez, onların üzerinde tahakküm kuramaz!” Çocukla göz göze geldik. Kısa süreliğine de olsa çocuğun gözlerinde sanki bir ışık yanıp söndü. Tavla şıkırtıları kesildi. Hareketler dondu. Bütün gözler, gün ışığıyla birlikte bu haykırışların içeriye aktığı açık kapıya çevrildi. Elimdeki bardaktan çayımı yudumladım. Yudumun hortumsuz mideme inişini keyifle hissettim. Çayımı bitirince canlandım. Garson çocuğa seslendim: Bir bardak  daha lütfen…