Dünyanın öbür yüzüne çekilen güneş, gökdelenlerin arkasında turuncudan kızıla
evrilen yalımlar bıraktı. Şehrin kıyısında kimsenin ısırıcı ayazdan fark edemediği bir
renk şöleni… Yine şehrin kıyısında kalmış çamurlu mahallenin otobüs durağında
bekliyor, Mehmet. Ellerini birbirine sürtmek de fayda etmemişti. Koltuk altlarına soktu
ve yerinde bacaklarını çeke çeke zıplamaya başladı. Otobüs gelmek bilmiyordu. Sıcak
bir çay geçti aklından. Yok, ısınmaya yetmiyordu. Salep dedi kendi kendine. Kim
demişti öyle düşünürsen gerçektir diye? Atkı, içi muflonlu çizme, radyatör, şömine,
evdeki kuzine, cayır cayır yanan çingene sobası, yok olmuyor, ısınmıyordu.

AMK, ne zaman gelecek bu otobüs, dedi, kendi kendine. Yarım saat şaşmıştı daha
şimdiden. Tam da sırasıydı ayazın en koyu yerinde. Daha da gecikirse yandık diye
hayıflandı. Çaresiz bekledi. Hadi soğuğa alışmıştı alışmasına da -soğuğa da nasıl
alışılacaksa? Yokluktan, alışmayıp da ne yapacaksın cinsindendi elbet bu da- şefinin
kalaylarına alışamamıştı, bir türlü. Gecikince, yine alayını geçecekti restoranın
ortasında, ooo, hoş geldiniz Mehmet Beycim, koskoca müessesemiz de teşriflerinizi
bekliyordu zaten, diye.
Koskocaymış, dedi içinden, Asmalı’da bir meyhane, altı üstü… Esen ayazla tir tir
titredi, yeniden. Keşke anacımı dinleyip, taksaydım şu keçeleri, ayaklarım ısınırdı bari
diye söyleniyordu. Ne demişlerdi ayağını sıcak tut, başını serin, derken kafasını
yokladı, beresi de yoktu. Hay Allah, dedi, çıkarken, ayakkabılıkta unuttum. Yakalarını
iyice kaldırıp başını içine gömdü. Yarından tezi yok, takacağım valla şu keçeleri,
havam kaçıyormuş filan dinlemem artık, derken otobüs nihayet yokuşun başında
görünüverdi. Homurdana, homurdana zar zor çıkıyordu çamurlu yokuştan. Hep böyle
dökük modeller, şuna bak ölse ağlayanı yok billah, deyip, otobüsün dönüp durağa
gelmesini beklemeden, koşup kapısına dayandı Mehmet, aç abi, aç ya, donduk burada,
diye bağırıyordu.
Kapı açılır açılmaz kendini ön koltuğa attı. Nerde kaldın abi ya, papaz edeceksin beni
yine şefle diye söylendi. Bir yandan da otobüs kartını çıkarmaya çalışıyordu ama
donmuş parmaklarına hâkim olamıyordu, bir türlü. Neyse ki otobüs sıcaktı. Kartı basıp
arkaya geçti. İçerisi bomboştu. İlk duraktan binmenin keyfi de buradaydı. Her yer ona
aitti. Kuytu bir yer aradı. Son durakta inecekti, nasıl olsa. Şöyle bir güzel kestirirdi
şimdi.
Aklı fikri şefindeydi. Garip adamdı doğrusu. Herkesten önce gelir, herkesten sonra
çıkardı meyhaneden. Bir keresinde ne demişti, ne yapacağım kuru kuruya evde öyle bir
başıma. Belli ki kimi kimsesi yoktu. Bir oda bir sofa yetiyor bana. Maaşımın yarısı
gidiyor ama yakın hiç olmazsa diyordu. Aman dedi Mehmet, aman, uzak muzak ama
kira derdimiz yok hiç olmazsa. Ay dediğin ne ki? Geliveriyor başı. Babam isabet etmiş
valla, gecekondu mondu, hiç olmazsa bizim diye düşünürken birden hiddetlendi, şuna
bak ya, hem iki adım mesafede oturuyor, hem de ona buna çamur atıyor. Allah için bir
gün yakasından tutup getirecem o köpoğlunu bu yola da görsün bakalım, kolay mıymış
öyle Allah’ın unuttuğu yere gidip gelmek? Sanki servis var ayağımızın altında da. Ah
be şansıma tüküreyim, bir haber de çıkmadı ki şu fabrikadan, servise kurulayım.
Bekliyordur yine tek kaş, elleri belinde, dedi, dalıp gitti.
Şoför son durak diye bağırıyordu. Birden fırladı. Herkes inmişti. Soğuk bedenini
yorgun düşürmüş, arka koltukta sıza kalmıştı. Hemen toparlandı, koştura koştura
tramvaya zor yetişti. İstiklal formundaydı, yine. Cuma tabii dedi, yandık yine bu
akşam. Koşturarak meyhaneye girdi ki, ooo, Mehmet Beycim teşrif ettiniz demek
nihayet diyordu ensesindeki boza pişirmeye niyetli ses. Sorma abi ya otobüs demesine
meydan vermeden, bırak şimdi tatavayı, sonra görüşeceğiz seninle o konuyu, çabuk
toparlan da gel, başlar akın şimdi, diye konuşturmadı bile, şefi…
Gece servis bitip, her şey toparlandığında Mehmet, tek kaşa görünmeden sıvışıverdi.
Son otobüsü kaçırmaya hiç niyeti yoktu. Yarın geçer kalayını nasıl olsa, diyordu.
Hemen kestirmeden aşağı vurup, Odakule durağında otobüsü yakaladı. Hınca hınç
doluydu, yine. Lan şansa bak, yorgunluktan geberdik bir de şimdi ayakta gebereceğiz
diye söyleniyordu. Eve beş durak kala otobüs biraz ferahladı. Gerçi, Mehmet ayakta
uyumanın yollarını çoktan kapmıştı. Orta kapıdaki sahanlığa erdin miydi, belini köşeye
verecektin. Kafayı da cama dayandın mıydı, yastık misali, geçiverirdi on, bilemedin on
beş durak, çarçabuk. İnmeye yakın, kaideni de bir yere yerleştirdin mi, ayak sızın
hafifler, eve kadar idare ederdi, bir nebze.
Hava çok soğuktu. Son durağa yakın otobüs boşalınca, soğuk içeriye sızmaya başladı,
bile. Oturduğu yerde büzüşerek, kondularının sıcak salonunu hayal etti. Kapı açılınca
hemen salon gelirdi. Ayakkabılar kapı önünde çıkmalı mecburi. Eşikte rengârenk, yün
örmesi, ortası yuvarlak motifli, daire paspas serili, anacığının elinden çıkma. Önce ona
basılacak sonra eldeki ayakkabılar, sağ yandaki plastik kahve, birkaç katlı, açık
ayakkabılığa bırakılacak. Devamında parke desenli, kahverengi muşamba, üstünde
rengi kaçmış koca bir halı serili. Muşambanın bir tarafından alttaki mukavvalar
görünmekte, sıcak tutsun diye döşenenlerden. Ortada salonun en kıymetlisi kuzine bir
soba, gürül gürül yanmakta… Üzerinde tenekeden sıcak suibriği, yanda kütükler dizili,
börek tepsisi her daim hazırda. Kuzineyi geçince karşında iki sevimli küçük pencere,
basma perdeli. Tülleri el örmesi… Dibinde boydan boya koca bir seki. Üstü el halısı
yastıkla, minderli, süs örtüleri beyaz kanaviçeli. Duvarlar leylak rengi. Sağın ortasında
illa da köyümün dağı, yeşili resmi, karşı duvarda ise gurbetçi akrabanın hediyesi,
sarkaçlı Alamanya saati. Yanında gözü yaşlı çocuğun mutluluk resmi… İsli bir lamba,
çıplak, tavanın göbeğinden sarkmakta… Bir duvara masa dayalı, üstünde çiçekli
plastik örtü, oturma yerleri muşambadan dört çelik iskemle, içine itmeli… Diğer
duvarda, sırtını yaslamasa zar zor ayakta kalacak, boyası yüzük camlı dolap, vitrin
misali. İçi incik, cicik, bebekti, Mahmutpaşa işi sürahi ve bardak takımı, çay
bardakları, kahve fincanları ve daha niceleriyle dolu. Özensizce dizilmiş, mutlaka
yapma çiçeklerle bezenmiş. Her rafta köşesinden sarkıtmalı, verev yaymalı, ara ara
dizmeli üç taneden, en az sekiz-on dantel örtü serili… Salih Bey ile Saliha’nımın siyah
beyaz düğün fotoğrafı, alüminyum çerçeveli, Mehmet’in de sünneti, şapkalı-asalı, pek
bir havalı… Var ya o gün amma da korkmuştum, dedi, hatırlayınca gülümsedi,
Mehmet. Son durağa gelmişti.
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Koşa koşa eve vardı, sıcak kuzinenin
hayaliyle. Kapıyı aceleyle açıp, kendini içeri bıraktı. Üstü başı sırılsıklamdı. Elindeki
ayakkabıları kuzinenin yanındaki gazeteye koydu. Montunu da iskemleye asıp, sıcağa
yanaştırdı. Ellerini uzatıp, bir güzel ısındı. Kokladı, etrafa mis gibi bir börek kokusu
yayılmıştı. Eğildi baktı, tepsi oradaydı. Oh çay da hazırdı. Şu keyif olmasa çekilmez
olurdu valla şu yolun eziyeti. Üç saattir yollardaydı. Son yarım saati de yürüme
mesafesi. Anne, börek olmuş galiba, diye seslendi.
Saliha’nım mutfaktan seğirtip geldi hemen. Hoş geldin oğul, duymadım geldiğini dedi,
ellerini yaka yaka böreği çıkardı kuzineden. Nar gibiydi üstü. Mehmet ellerini
ovuşturdu. Arka oda akıyor yine dedi annesi sıkıntılı bir sesle, yatağın ıslanmış.
Topladım, kova koydum. Ara ara bakmak lazım diye de ekledi. Bakarım anam,
bakarım, deyip, çayları doldurdu Mehmet. Kurt gibi acıkmıştı. Şu halimize bak diye
güldü, restoranda çalışıyoruz güya, mide ise tamtakır. Saliha’nım daha keserken
dilimleri elinden kapıyordu. Babam akşamcı mı diye sordu. Evet, dedi Saliha’nım, o
gelene kadar bizim odada yat istersen. Gelince kaldırırım ben, seni. Mehmet, ağzı yana
yana börekleri iştahla yuvarlıyordu. Midene oturacak evladım, midene, dedi annesi
gülümseyerek, nasıl geçti günün?
Sorma ana ya dedi Mehmet, geç kaldım yine. Lanet olasıca otobüs gelmek bilmedi bir
türlü. Ha aklıma gelmişken, haber var mı fabrikadan? Babam, bir şey dedi mi? Yok
yavrum, dedi Saliha’nım, ama çok yakında olacak inşallah, içime öyle doğuyor. Her
gün dua ediyorum senin için. Hiç merak etme, vardır Rabbimizin bir bildiği. Hem çok
şükür aç, açıkta değilsin ki bir işin var yine de deyince anası, ya ne demezsin?
Ömrümü tüketti ana bu yol benim, bir de şu şımarık müşteriler, dedi Mehmet. Millet aç
geziyor bunlar iki dakika bekleseler kıyamet kopar valla. Aç köpekler. Üstüne de tek
kaşın çatık kaşları diye verdi veriştirdi, Mehmet. Sabır yavrum sabır… Sabreden derviş
muradına erer… miş demesine fırsat vermeden annesinin, eremeden geberirmiş anne
ya, diye patlayıverdi. Saliha’nım, tövbe, tövbe ne biçim konuşuyorsun öyle? Rabbim
kısmet edecek inşallah deyince, Mehmet umutlandı, ne iyi olur dil mi anne, şöyle
babamla yan yana gidip gelsek serviste, kurtulsam şu eziyetten, diyerek. İnşallah
oğlum, inşallah! Hadi yat artık da dinlen deyip, maşayla kuzinedeki ateşi eşeledi, odun
ekledi, Saliha’nım. Kapıyı açık bırak da sıcak oraya da gelsin diye bağırıyordu
Mehmet’in ardından.
Sabaha karşı sokak kapısının güm güm vurulmasıyla yataklarından fırladılar.
Saliha’nım hayrola diye sabahlığına uzandı. Baban anahtarı mı unuttu yoksa diye
seslenirken, Mehmet kapıya varmıştı bile. Kim o diye seslendi. Aç Mehmet aç diyordu
Şefik Ustanın sesi. Anahtarı çevirip, süratle kapıyı açtı. Buz gibi bir ayaz doldu evin
içine. Esas ayazsa sonra geldi. Şefik Usta ve bir sürü işçi duruyordu kapının önünde.
Artlarında da servis aracı… Saliha’nım geldiğinde, hayrola, babam nerede diyordu
Mehmet endişe yüklü sesiyle. Şefik Usta genzini temizledi, kelimeleri özenle
seçiyordu. Gece dedi, vardiyada baban talihsiz bir kaza geçirdi. Aman Allah’ım diye
haykırdı Saliha’nım, nerede şimdi? Ambulansla hastaneye gidiyor. Biz de sizi alalım
diye düşündük. Mehmet hem sabahın hem kulaklarının ayazından donup kalmıştı. Hadi
oğul, hadi kıpırdan dedi annesi, çıkalım hemen. Üstlerini nasıl değiştirdiklerini
bilemediler. Saliha’nım aceleyle birkaç çamaşır, pijama, terlik atıverdi naylon torbaya.
Yola koyuldular.
Caddeler geç geç, bitmiyordu. Serviste kazanın detaylarını öğrendiler. Şefik Usta
kesinlikle iş güvenliği ihmali diyordu. Kask kontrolü yapmaları şarttı. Lakin kimsin ki
kimden hesap soracaksın bu memlekette diye de söyleniyordu. Nihayet hastaneye
vardılar. Mehmet, koşa koşa çıktı acilin merdivenlerini. Soluk soluğa içeri girdiğinde,
gözleri deli gibi babasını arıyordu. En son perdeye geldiğinde, açtı, babasının perdesi
az önce kapanmıştı. Beyaz örtü, yüzüne çekiliyordu. Durun dedi, durun, haykırarak.
Hastabakıcı sessizce uzaklaştı. Yüzü gözü kan revan içindeydi. Sarıldı, hıçkıra hıçkıra
ağladı, talihsiz babam diye. Saliha’nım oğlunun acısından, acısını içine gömdü. Yapma
oğul, takdir-i ilahi diye sakinleştirmeye çalışıyordu onu. Yüreğinin acısıyla kavrulan
Mehmet, hesap soracağım o namussuzların hepsine diye bağırıp duruyordu hastanenin
koridorlarında.
Aradan iki ay geçti. Mehmet yanan yüreğiyle işin peşini bırakmadı. Yok yerinden bir
avukat tuttu. Hiç merak etme, dava günü yarın öbür gün belli olur, dediler. Dört gözle
haber bekliyordu. Beklediği haberden önce başka bir haber geliverdi bir gece. İşten
yeni dönmüştü. Kapı çalındı. Şaşırdılar. Açtılar ki Şefik Usta. Mehmet çok sevindi.
Onu görünce babasını görmüş gibi oluyordu. Elini öptü hemen, sıkı, sıkı sarıldı. Buyur
ustam hoş geldin dedi. Ne güzel ustam dedin sen, öyle bakayım, dedi, Şefik Usta
müşfik bir sesle. Mehmet şaşırmıştı. Sağ ol ustam, dedi. Malum oldu galiba diye
devam etti Şefik Usta. Anlamadım, dedi Mehmet. Anlatacam, anlatmasına da hele bir
çay ver oğul, ağzımızın tadı yerine gelsin, dedi. Salihanım tabi, tabi buyurun
soluklanın, hemen getiririm ben, diyerek mutfağa koştu.
Tavşankanı çaylarla dönüp geldiğinde, Mehmet’le Şefik Usta masada karşılıklı
oturuyorlardı. Bak oğul dedi Şefik Usta, hazır anan da geldi, şimdi beni iyi dinle.
Bugün fabrikanın personel müdürü beni çağırdı. Salih Usta’dan boşalan yere Mehmet’i
alalım. Bunca yıllık ustamız, çok üzgünüz, hiç olmazsa evladına bir faydamız
dokunsun, sen iletir misin, dedi. Ne diyeyim çok sevindim. Mehmet, sen ne diyorsun
usta ya diye hiddetle itiraz edecek oldu. Dur dedi Şefik Usta, dur, önce beni bir dinle,
lafımı bitireyim. Saliha’nım da bir iskemle çekmiş aralarına oturmuştu. Elini, usulca,
oğlunun elinin üstüne koydu, sakin ol dercesine. Şefik Usta başladı anlatmaya. Bak
oğul, haklısın biricik baban göç edip gitti bu dünyadan. Tamam, iş yerinin de kusuru
var elbet ama bir de takdir-i ilahi diye bir şey var dil mi? İnancı olan insanlarız. Böyle
yazılmış kaderi. Hem ne kadar isterdi bilirsin rahmetli senin fabrikada işe girmeni.
Çektiği ağız kokusu yetmezmiş gibi, yollarda rezil oluyor evladım diye dert yanardı
bana. Keşke birlikte çalışabilseydiniz ama ne diyeceksin, kader işte. Hem onun ruhu da
huzur bulur böyle diye devam etti. Mehmet öfkeyle, ne huzuru usta, mezarında ters
döner adam dedi.
Saliha’nım lafa girdi. Hiç öyle şey olur mu Mehmet’im. Şefik Usta doğru söylüyor.
Bilirsin baban ne kadar dikkatliydi. Kaskını hiç eksik etmezdi yanından. Ama takdir-i
ilahi işte o gün unutacağı tutmuş evde, dedi. Doğru söylüyor annen diye araya girdi
Şefik Usta. O gün içimizin acısıyla öyle konuştum ama neticede kaskı vermişler mi,
vermişler. Takıp takmamak da senin elinde, öyle değil mi? Tamam, kontrol etmeleri
gerekirdi ama yine de mahkemeden lehte karar çıkmayabilir, bak, söylemedi, deme.
Sen bakma avukatların öyle atıp tuttuğuna. Onlar da paranın peşinde. Hem mahkeme
masrafların da karşılanacak, davayı çekince.
Mehmet’in kafası karışmıştı, iyice. Ne yapacağını bilemedi. Başı iki eli arasında, kara
kara düşündü bir müddet. Sonra acıyla gülümseyerek başını kaldırdı, yani demeniz o ki
ne yapalım evladım, babanın talihsizliği senin talihinmiş, takdir-i ilahi.