Bak en sevdiğin çiçekleri getirdim. Şanslısın ne kadar da huzur dolu bir yer. Aslında görev değişimi yapmalıyız. Burada ben kalmalıyım. Etrafı saran çam ağaçlarının gölgesi var ya şehir cayır cayır yanarken nasıl da harika bir his yaratıyor, biliyor musun? Hele onlardan yayılan şu mis gibi koku… Buraya geldiğim anda dışarının kalabalığını, nereden kaynaklandığını bir türlü anlamadığım telaşını bir kenara bırakıyorum. Dinle bak, sanki kuşlar bile şarkılarını farklı bir tondan söylüyorlar.
Biliyor musun, bugünlerde en çok neyi düşünüyorum; yıllar önce ansızın, “Ben bir bebek istiyorum,” deyişini. Beş belki altı yıl olmuştur. O günü asla unutmam! Nasıl da yan çizmiştin. Daha yeni yeni çıkmaya başladığımız günlerde birlikte aldığımız karardan dönmüştün. Ne demiştik? Bu dünyaya bir çocuk getirmek anlamsızdı. Hatta bunu “yapmamak” bir görevdi bizim için. Toplumun dayatmalarına bir dik duruş. Yok olan Dünyamıza bilinçli bir destek. Bunlar senin sözlerindi. İnandığın şeyi öyle hararetle savunurdun ki o anlarda sana yeniden, yeniden âşık olurdum. Gerçi, çocuk sahibi olmama konusunda ikna edilmeye pek de ihtiyacım yoktu. Hiçbir zaman baba olmayı düşünmedim. Sana, “Ya hormonlar?” demiştim. “Bir süre sonra şöyle otuzlarının ortalarında seni ele geçirecekler. Bir bebeği rahminde büyütmek, ona sahip çıkmak, emzirmek isteyeceksin…” Lafı ağzıma tıkayıp “Eyvallah, hodri meydan! Sana da hormonlarıma da meydan okuyorum o halde!” demiştin. Kızdığında daha bir güzelleşirdin, bak itiraf ediyorum öfkeli olduğun zamanlarda seninle sevişmeye doyamazdım.
Ne oldu peki? Nasıl oldu da yan çizdin? Paralel işleyen yaşam çizgisinde, bizimle birlikte evlenen arkadaşlarımızın teker teker çocuk sahibi olmaları mıydı senin aklını çelen? Ya da biliyordun? Evet, öyle olmalı. Kesin biliyordun.
Sen yanımdayken garip bir hisse kapılırdım. Sanki bu Dünya’dan değildin! Biz zavallı insanlara göre dördüncü, beşinci hatta altıncı duyusu bile açık üstün bir varlıktın. Aşkla baktığında yeşile çalan elâ gözlerini gözlerime dikerdin ve o anlarda tüm damarlarımda hatta ruhumun derinliklerinde gezindiğini hissederdim. Beni benden daha iyi tanırdın ama işte ben seni bir türlü çözememişim. İlk şoku atlattıktan sonra, “Hani bu konuda anlaşmıştık?” diye itiraz edecek olmuştum hatırlıyorsun değil mi? Ama kabul edelim hiç şansım yoktu. Sen bir kere kafaya koymuştun. Beni kandırmak için tuzak da kurmuştun. Evet, tam anlamıyla bir tuzaktı. Evlilik yıl dönümümüzdü, hatırlıyorsun değil mi? Mum ışığı ve harika müzik eşliğinde tadına doyulmaz yemeklerle süslü bir sofra, karşımda hayran olduğum güzelliğinle sen. İkna planını kurmuş, adım adım ilerlemiştin. Yılladır çok istediğim ama bir türlü para ayırıp alamadığım pikapta, şarkımız çalıyordu. Ben o günlerde çok çalışıyordum, yoğunluktan evlilik yıl dönümümüzü unutmuşken sen bana böyle bir sürpriz bile yapmıştın. Çok utanmıştım. “Üzülme, sen bana en güzel hediyeyi vereceksin!” dediğinde de o sersemlikle önce hiçbir şey anlamamıştım. Gerçi anlasam ne olacaktı? Sana nasıl “hayır” diyebilirdim ki? Mutlu olmanı çok istiyordum. Bu, seni tanıdıktan sonraki tek amacımdı. Görevimi de layıkıyla yerine getirdim. Hatta o gecenin sabahında hamile kaldığından emindim. Ama olmadı. Sonraki sayısız denemelerimizde de olmadı. Sanırım bu da feleğin bize verdiği bir dersti: “İstemiyordunuz ha… O halde size bebek filan yok!” Yaşları kırka gelmiş iki insan son kalan güçleriyle çocuk yapmaya çalışıyorlar. Biyolojik kurallara açılmış bir savaştı bizimki.
Bugün ilk defa gördüm onu. Buraya gelmeden hemen önce… Uzaktan… Camın ardından gösterdiler.
Tüm bu sayısız denemeler sırasında en çok da sen yıprandın. Benim yaptığım şey sana göre daha basitti. Sperm biriktirmek, bir yere boşaltmak. Gerçi insan kendini kobay faresi gibi hissediyor ama her defasında gerçekleşmeyen hamileliğin senin yüreğinde yarattığı tahribatı görüyordum. Dedim ya ben sadece seni mutlu görmek istiyordum. Bunun için her şeye katlanırdım.
Bunca zamandır bulunduğu yerin önünden bile geçmeye korkuyordum biliyor musun? Nihayet bu sabah cesaretimi topladım. Oda öyle kalabalıktı ki. Birbirinin aynı modelde bir sürü küçük insan yavrusu. Üstelik hep bir ağızdan ağlıyorlar. Bir tek bizimki sessizdi. Hemşire bizimkinin yattığı camdan beşiğe gitti. Yavaşça kucağına aldı. Bana doğru gelmeye başladılar. Birkaç saniye içinde olan bu olay sanki ağır çekimde akıyor gibiydi. Kadın kucağındaki bebekle cama adım adım yaklaşırken kalp atışım öyle hızlandı ki yerinden fırlayacak sandım. Bir de öyle çok korkuyordum ki utanmasam küçük bir oğlan çocuğu gibi altıma işeyecektim. O an kaçmak istedim. Ama bulunduğum yere çakılıp kalmıştım. Ayaklarımı oynatamadım. Nihayet yüzünü gördüğüm zaman, nasıl anlatsam, bir ferahladım sanki. Günlerdir bedenimdeki boşluğu dolduran derin nefesi saldım, kalbim de sakinleşti. Çokbilmiş bir şey… Hemşirenin kucağında başını iyice çevirerek gözlerini gözlerime dikti ve kıpırdamadan bana baktı. Tıpkı senin gibi… Yeni doğan bebeklerin gözleri kapalı olmaz mıydı? Kızımızın neredeyse yüzünü kaplayan o kocaman gözleri açıktı ve merakla beni izliyordu. Hatta “Neredeydin bunca zamandır?” der gibi bakıyordu. Hemşire kucağıma almak isteyip istemediğimi sordu. İstiyordum. Hem de çok! Ve bu tepkimden dolayı da şaşkındım. Kayar kapının önüne gittim. Onlar da geldiler. Hemşire birden kucağıma bıraktı. Öyle minik, öyle narin bir şeydi ki anlatamam. İncitmekten çok korktum. “Korkmayın!” dedi hemşire ve bizi yalnız bırakıp içerde ağlayan başka bir bebeğe koştu. Bekleme salonundaki kanepelerden birine çöktüm. Nihayet kızımızla başbaşaydım. Sanki o, günlerdir bu anı bekliyormuş gibi minik ağzını açıp esnedi. Sonra gözlerini kapayıp, huzur içinde uykuya dalıverdi. Düzenli nefes alışıyla göğsünün iniş-çıkışını izledim. Kokusunu içime çektim. Nasıl kokuyordu biliyor musun? Tıpkı senin gibi…
Onu sen istiyordun. Ben değil. Bu durum hiç adil değil. Hayır, bana kızmaya da hiç hakkın yok! Beni kandırdın. Evet, tam da böyle hissediyorum. Kandırılmış, oyuna getirilmiş, terk edilmiş… Sen burada yatarken ben bir başıma bu işin altından nasıl kalkacağım? İşi annelerimize bırakmayı çok düşündüm. Günlerdir bunun planını yapıyordum. Bebeğin gerekli tüm ihtiyaçlarını karşılayıp, uzaklaşmaktı niyetim. Hatta bizim ofisin Kanada bürosuyla da görüştüm. Her şey hazırdı. Ama bu sabah onu kucağıma alınca… Yeşile çalan elâ gözlerinle sen yine karşımdaydın. Şimdi garip bir şekilde kendimi daha cesur hissediyorum. Onun bana ihtiyacı var, biliyorum. Ama yine de sana beni yalnız bırakıp gittiğin için -elbette lafın gelişi- kızsam mı, bir parçanı armağan ettiğin için minnettar mı olsam, karar veremiyorum canım… İnan ki böyle!
Çok hoş bir öykü kutlarım.Az yazılan bir konuyu çarpıcı bir kurguyla anlatmışsınız.
.Teşekkürler.
Tebrikler Dilek, yine çok hoş bir öykü…