Birdenbire kendimi karanlık suyun derinliklerinde bir yerde buldum. Burası neresi? Nasıl oldu bu? Buraya nasıl geldim? Düştüm mü? Atladım mı? Ya da itildim mi? Bunları bilmiyorum. Korku da duymuyorum üstelik. Su soğuk! Bulunduğum yerden gergin ve şeffaf bir zar gibi kıpırtısız duran suyun yüzeyini görüyorum. Ortadaki aydınlık ve duru mavilik, canlı bir âlemin varlığını işaret ederken, merkezden çevreye doğru uzaklaştıkça, yoğunlaşıp karanlığa dönüşüyor içime sinsice sinen. Varlıkla yokluk, yaşam ve ölüm iç içe sanki.
Su yüzeyine bakarken, bir taraftan da onu izliyorum. Burun deliklerinden hava baloncukları salarak bana doğru çöküyor yavaşça. Yaklaştıkça yüzünü göreceğim. Kızgın mı, bozgun mu, mutsuz mu, yoksa bıkkın mı? Anlayacağım. İşte… Tam önümde. Hiçbir duygu ve düşünce belirtisi tek başına baskın değil. Bütün duygular bir ürperti gibi hızla akıp geçiyorlar yüzünden. Çaresizlik: Kapalı gözlerine karşın, yüzünün en görünür ifadesi sayılabilir. Ölümün kollarında, ona teslim olmuş ve son hamleyi bekliyor gibi. Ölümün yüzü mü, suyun soğuğu mu beni ürperten? Üşüyorum.
Ciğerindeki son havayı da minik baloncuklarla su yüzeyine salıyor… Ciğerlerinde hava tükeniyor… O minik yaşam baloncukları yok artık! Önümde, öylece asılı kalıyor. Koyu lacivert suda ve onun ağır salınışına uygun bir paçavra gibi, salınıp duruyor acınası… Dehşet içinde hareketsiz, derinliklerde derin acılar içindeyim. Bunca keder ve tükenen çarenin boş kovanları dibe çökerken ağır ağır, isyan duygularım kıpırdıyor sessizce…
Ansızın gözleri dehşetle açılıyor… Kocaman. Bir girdap gibi içine çekiyor beni. Yutuluyorum. Karşı koyma gayretiyle çırpınmam boşuna. Güçlü bir tekme darbesiyle vücudumu suyun aydınlık maviliğine savuracak o dip nerede? Tutunacak bir dal, yakalanacak bir el de yok! Yüzeydeki ışıltılı maviye ulaşmak ne kadar da zor yarabbi… Aramdaki mesafe ne kadar uzun! Kollarımda güç, dizlerimde derman yok! Ruhum diye kodladığım düşünme yetim mecalsiz. Olan biteni ve olacakları kabul etmemekte direniyor sadece… Hepsi o kadar.
Beynimin çığlıkları çınlıyor kulaklarımda. Zaman, durgun göl yüzeyi gibi kıpırdamadan kalakalıyor. Suyun dibinden uzak, yüzeyinden daha da uzak ara bir yerde, açık kalan gözlerim, durgun mavilikte umduğu bir kıpırtıyı göremeden kapanıyor nihayet. Suyun merhametine teslim olmuş bedenimin, yavaş bir şekilde yüzeye doğru yükselişini izliyorum sabırsız ve kızgın. Görüşüm kararıyor… Kalbim pes ediyor. Ve hayat donup kalıyor. Bir saniyeliğine mi, bir dakikalığına mı, bir saat ya da bir yıllığına mı? Herhangi bir ölçü biriminin yeri ve anlamı yok!
Bir nefes… Sadece bir nefes ürpertir ruhumu. Titrer yeniden mekân. Zamanın, o devasa çarkı dönmeye başlar. Bir nefes… Sadece bir nefes yeter. Bir küçücük hava baloncuğu… Hepsi bu. Bitkin, kan-ter içinde sırılsıklam açarım gözlerimi… Kalbim, kendi ölçeğinde deli gibi çarpar.
Biliyorum… Bir kâbustan uyanmak değil… Bu yaşadığım, ne ilk, ne de son… Bir şeyler aniden kalbimin ritmi bozuyor… Kanı beynime gönderecek sıradan o hamleyi yapamıyor kalbim. Yapabileceği hiçbir şey yok! Sıtmalı bir hasta gibi titriyor; belki kalan gücü sadece ona yetiyor olmalı. Belki de ölümden korkuyor. Ve ben korkmuyorum artık o belirsiz, arsız ve sinsi sonla karşılaşmaktan. O, geldiğinde, ben olmayacağım. Ve o kişiye özel deneyimi anlatacak kimse de olmayacak!
Tamamen tesadüfen, yeni bir hareketi yakalarsa, tekrar koşmaya başlar kalbim… Geceleri ölüp ölüp dirilirim.
Bu yarışta, bu ölüm dirim döngüsünde kalbimin peşine takılıp tek başıma koşan ben, nereye koşuyorum böyle? Bu koşuda en son hedef ne? Ölüm mü? Sanmıyorum. Ölüm, ötelerde bir menzilde bu kadar uzak, kalbimin her bir vuruşunda bu kadar yakınken, ölüme koşmak da ne demek? Ölüm her an, hep benimle birlikte değil mi zaten?
Sözün gelişi elbette… Koşan, zaman aslında… Ben değilim. Sele kapılan insan, kıyı yürüyor sanırmış… Yandaki tren hareket ettiğinde, içinde olduğum trenin hareket ettiğini sanmam gibi bir yanılsama. Öyle sanmamla, öyle olması arasında bir fark görmüyor beynim… Öyle olduğuna karar verip bedenimi ve tüm organlarımı ona göre ayarlıyor. Ona göre hızlanıp yavaşlıyor kalp atışlarım, ona uyum sağlamaya çalışıyor solumam, vücut sıvılarım o duruma göre azalıp çoğalıyor. Terleyen tenim, sıkışan kalbim, kuruyan ağzım… Hepsi, sadece bir “sanı” uğruna mı bütün bunlar?
Yanıtlar, bazen insanı çileden çıkartacak denli yalın, hatta basit olabiliyor. Ve birden, toplumsal yaşamımızda devasa sonuçlar doğuran olayların, beynimizin o küçücük ayrıntıyı yok sayma kusuru yüzünden olduğunu bilmek ne hazin! Öyle sandığımız için, ona göre davranıyor, karar veriyor ve bir “sanı” uğruna hayatımızı ve başkalarınınkini de karartıyoruz. Karanlıklar içinde, sanı’yla kusurlu bu bilgiyle ne doğru dürüst yapılabilir ki! Yine de bilme umudum hiç azalmıyor iyi ki. İyi ki, asırlar süresince filozofların, bilim insanlarının binbir emekle ulaştığı bilgi birikimi var. Aklımızı kullanarak ve beynimizin az tanınan bu kusurunu göz ardı etmeden, el yordamıyla tek ya da birlikte yapabildiğimiz kadarıyla bilmeye çalışmak… Bilmek için bilmeye çalışmak, neyin ak, neyin kara olduğunu, akla kara arasındaki geçirgenliği sağlayan yüz binlerce “gri” tonları ayırt etmek ve her birini görmek için bunca zahmet… Böylesine canhıraş koşuşturmam belki de bu yüzden. Yoksa… Umurumda değil… Ölümün canı cehenneme!
Kalkıyorum. Ya da öyle hayal ediyorum. Binbir parçaya bölünmüş bedenim gibi ruhum, kırık cam parçaları gibi yerlere saçılmış. Üzerlerine basarak yürüyor, terasa çıkıyorum. Kızarmış yüzüyle ay, mahcup. Gölün yüzeyinde ışıltılı bir iz bırakarak, dağların ardına doğru yürüyor. Dünya, güneşin çevresindeki dolanımını yarın tamamlayacak. Yeni yıl eşikte. Yıldızlar göz kırpıyor muzipçe. Gökyüzü ne kadar engin ve yıldızlar ne kadar çok! Sonsuz büyüklükte ve küçücük bir bölümünü izlediğim gökyüzünde, umursamaz halleriyle yıldızlar, ay ve her şey, önemsizliğimi iliklerime kadar hissettiriyor bana. Ta oradan, yere, gölün yüzeyine bakıyorum. Ne kadar uzakta! Serbest düşüş hızında, bir ömür ister ulaşmaya. Kendimi, boşluğun kollarına bırakarak uçmak geçiyor aklımdan delicesine. Dışımı saran, içime dolan bu ıssızlığı yırtıp parçalamak çılgıncasına ve fırlayıp uçmak!
Ben, kendim ve KEDİM, durgun bir su yüzeyine düşen ağır bir cismin çıkardığı sesle sarsılıyoruz. Ve başkaları da… İşte o an ayılıyorum birden. Ben, kendim ve kedimden başkaları da var civarda. “Ben de ürktüm…” diyor üçüncüsü. Ve dördüncüsü, beşincisi… Yüzüncüsü ve niceleri… “Biz de duyduk ve çok sarsıldık” diyorlar. Dünyalar kadar çoklar! Ölenin çevresinde, birbirleriyle buluşan acılı akraba ve dostlar gibi. Her biri şaşkın, üzgün ve bitkin görünüyor. Her kafadan değişik sesler yükseliyor. Kimi hayıflanıyor, kimi inliyor.
“Daha dün yılbaşı çiçeklerinden bir çelenk asmıştı kapısına” diyor biri. Diğeri, “Yılbaşını sevgilisiyle birlikte Tiflis’te kutlayacaktı” diye mırıldanıyor. Bir diğeri, birinin onu itmiş olabileceğini ima etti diye, öfkeli itirazlar, acı dolu sitemler, oflamalar, bağırıp çağırmalar yükseliyor anında. Sonra duruluyorlar. Onun çevresinde, nedamet ve hüzün yüklü sessizlikleriyle birleşip, sabun köpüğü benzeri, irili ufaklı şeffaf küreler halinde kümeleniyorlar. O, küçücük küreler içindeki suretleri, inanılmaz bir biçimde net görünüyor. Kimler yok ki aralarında? İlk defa ölenlerle yaşayanları, aynı formda ve forumda bir arada görüyorum. Ben ve yaşam üzerine söyleşiyorlar. Ana babam, öğretmenlerim, peygamberler, filozoflar, bilim adamları, devlet adamları, politikacılar, yazarlar, ressamlar, yönetmenler… Film, roman, öykü ve elbette masal kahramanlarının birçoğu bulunuyor içlerinde. Görebildiklerim arasında Marks, Thales, Konfiçyus, Sokrates, Platon, Parmenides, Yunus ve Marks bile var. Sorarak söze başlıyor biri:
- Esas “o”, hangimizdi acaba?
- Ben…
- Daha neler! Elbette ben…
- Nedenmiş o… Ya biz?
- Bilmiyorum.
- Bir insan beyninde koca evreni taşır.
- Bunca çok kişiyi beyninde taşıdığını biliyor muydu acaba?
- Biz, onda da var olduğumuzu biliyor muyduk ki… O da bilsin?
- Ben… Bilmiyordum.
- Aslında biz, hepimiz oyduk.
- Şimdiye dek biz onda mahfuz mu kaldık?
- …!?
- Artık özgür müyüz?
- Çok kısa anlığına belki.
- Biz onun ölmekte olan beyninin, çöküş sürecindeki belleğinin dışarıya saldığı fani varlıklarız.
- İdea’larıyız, diye düzeltti biri.
Yanındaki diğeri, harmanisini dolanmış geniş omuzlu yaşlı ustanın sözüne gülümserken, balonu bin parçaya bölündü. Sonra diğerleri… Birlikte ve peş peşe binlerce parçalara bölünerek, boşlukta kayboldular. Sabahın alacasında etraf koyu kıvamlı bir ıssızlığa büründü. Mini minnacık gücüm olsaydı eğer, arkalarından bağıracaktım:
- Gitmeyin!
Bu sefer, kesin ölüyorum…