Uyuşukluk mu, tembellik mi ne… Çöktü üzerime. Nedenini bilemediğim bu sıkıntıdan kurtulmak için kendimi dışarı attım. Zorla! Deniz havası iyi gelir diye Yeniköy’e giden motora bindiğimde, öğle olmak üzereydi. Motor Beykoz’dan ayrılalı on dakika olmuş ya da olmamıştı ki sıkıldım. “İyi… O zaman atla denize yüzerek dön Beykoz’a” diyerek kendimi azarlarken Yeniköy’e varmak üzereydik. Sahilde bir saat kadar dolandım durdum. Sonra tekrar Beykoz’a döndüm. Daha motordan inerken kestirmeden gitmeye, bir an önce yatağa dönüştürdüğüm kanepeye uzanıp zıbarmaya hazırlıyordum kendimi.
İskeleye uzak Seyrek Selviler Sokağı’nın yüz yirmi sekiz merdiveninden çıkmak yerine, motordan iner inmez, yüz- yüz yirmi adım ilerideki kırk beş basamaklı Çakmak Dede merdivenlerini çıkmaya karar verdim. Ağır ağır çıkıyordum merdivenleri. Birkaç basamak kalmıştı sokağa varmama. Pat pat diye aceleyle çıkan ayak seslerine dönüp bakmadım kim diye. Yanımdan hızla geçti gölge. Merdivenin başında durup, “Ben kazandım… Ben kazandım…” diyordu gülerek. Bir kadın… Zarif ve gülerken adeta ışıklar saçıyordu. Kaldırıp iki yana, coşkuyla sallıyordu kollarını, parmaklarında zafer işareti. Yetmişini çoktan aşmış, seksenlerinde belki! Ergenlik yaşlarında genç bir kız gibi yerinde zıplayıp duruyor “Seni geçtim, seni geçtim… Ben kazandım” diyordu. Geriye dönüp baktım. Kimse yoktu. Geçilen, ondan en az on-on beş yaş genç olan bendim. Kendiliğinden dökülüverdi kelimeler ağzımdan: “İnanamıyorum… İnanamıyorum! Evet… Sahiden de geçtin ama…” Gülmesi bana da bulaştı. On beşinde bir oğlan çocuğu gibi mızıkçılık yaparak “ama sen şike yaptın… Şike yaptın!” diyordum. Sporla ilgisiz benim gibi biri için burada “şike yapmak” deyimi kullanmak doğru ve uygun muydu? Umurumda bile değildi. Basamakları hızla tırmanıp karşısına dikildim. Karşılıklı gülüyorduk. Elini uzatıverdi aniden. “Ben Türkân” dedi gözlerimin içine bakarak. Okul müsameresinde İstanbul Beyefendisini oynayan bir çocuk oyuncu edasıyla elini öptüm. Ben de kendimi tanıttım. Başıyla selamladı. “Memnun oldum” diyerek zarifçe döndü, çevik adımlarla Mezarlık çıkmazına açılan tek sokağa saparak gözden kayboldu.
İşte böyle bir gün, bu şekilde karşılaştım onunla. Eve doğru yürürken girdiği sokağa baktım. Acaba hangi evde oturuyordu? Ona uygun bir ev seçtim kendimce. Baktım, sokağın adını gösteren bir levha yoktu. Olsun! Burada oturuyor nasılsa diye düşündüm. İsteksizce yürüdüm eve doğru. Aklım geride, adı Türkân olan o güzel gülüşlü kadında kaldı. Çocuk tarafını canlı tutabilmiş o kadınla karşılaşmam bir mucize olmalıydı. Onunla karşılaşmadan az önce, eve gitmek, yatağa uzanmak için acele eden adam kimdi? Ben değil miydim? Evet… Uzun zamandır böylesine içten gülmeyi unutan, her şeye ve herkese kızan o “yaban” adam bendim elbette!
Düşünüyordum… Çözemiyordum… Ve bilsem, görsem de kabul edemiyordum. Bu kadar kısa bir zamanda bu kadar çok değişen bu insansı yaratıklar, dünyanın başka bir toplumunda var mıydı acaba? Olmalıydı. Çünkü bu çağımızın bir hastalığıydı. Niteliksizliğin, sahtekârlığın, yalancılığın, dönekliğin tavan yaptığı bu devirde, genel geçer tüm değerleri, üç- beş kuruş için feda etmeye hazır insanlar, bu yüzden her yerde vardılar. Dün doğru dediğine bugün eğri diyen ve yarın işine geliyorsa eğer, tekrar doğru diyeceğini bildiğim insanları her gün dinlemek, görmek ve duymaktan bıkmıştım. TV kanallarındaki tartışmalara, verilen demeçlere, haber ve yorumlara kızıyordum. Televizyonlara, gazetelere ve her şeye kızıyordum. Aslında, hak, hukuk, adalet ve özgürlük isteyen çoğunluğun, nasıl oluyor da böyle sessiz kalabildiğini anlamıyordum. Başta kendi korkaklığıma kızarak, kendim dâhil herkesten nefret ediyordum. Önce, öfke patlamalarıyla çevremdeki insanlar seyreldi. Varsın gitsinlerdi… Yalancı, aptal ve ikiyüzlü değiller miydi? Sonra yemek soframda peçete, bıçak, nizam intizam azaldı. Sonra toptan kalktı. Ekmek arası -ne varsa- neyime yetmezdi. Yeter ki yanında biram olsun. Hem böyle yatakta yemek daha kolaydı. Tabağı, çatal- bıçağı tepsiyle yatağa taşımak zahmetinden de kurtuldum. Üşendim ekmek arası hazırlamaya. Dürümcüye, lahmacuncuya dadandım. Dönüşte, öncelikle bira ve gereksinimlerimin en azını alıp geliyordum. İlk işim televizyonu açmak oluyordu. O benim en büyük düşmanım ve yine en büyük dostumdu. Onunla kavga ediyor, ona bağırıyor, küfrediyordum. Yetmiyordu küfürlerim… Yenilerini üretiyordum ve bana karşı en ufak bir itirazda bulunmuyordu. Ben onsuz, düşmansız ne yapardım? Bunu düşünmek bile, dehşete düşmeme yetiyor, tüylerimi ürpertiyordu! Şaşkın, üzgün, yaşamdan bıkma kertesinde, umutsuz ve korkak biri olarak, ilkel dürtülerimle mağarama çekilmiş saklanıyordum ki, buna da “yatak” diyordum… İyi mi?
İşte o gün, o merdiven basamaklarında, çoktan unuttuğum, kaybolduğunu sandığım çocukluğumla karşılaştım. Türkân Hanım sayesinde bir anda oldu bu. Böyle ansızın rastlamışken çocukluğuma, sımsıkı sarıldım. Çocukluk, oyun demek! Masal demek! Yaşamın tüm kaygılarından arınmış, saf ve temiz bir masumiyet çağı demek! Türkân, çocukluğumun bir parçası oluvermişti birden. Ve onu tanıdıkça, bu karşılaşmanın bir mucize olduğuna kesinlikle inandım. Her zaman ve özellikle düşmanca davranışlar, iç karartan haberler, toplumsal ahmaklıklar karşısında yüzünde hemencecik o muhteşem gülüşü beliriverirdi. Hayrete düşer, “Nasıl oluyor… Bunu nasıl başarıyorsun?” derdim. Bir gün anlatıverdi.
“Ben, henüz yirmi beş yaşındayken kocam öldüğünde, bir yaşında kızımla, kayınvalidemlerde sığıntı gibi kalakaldım. Kocam denizciydi. Ayaklarına halat dolanmış, denize düşmüş. Cesedi bile bulunamadı. Babası Beykoz Kundura Fabrikasında çalışıyordu. İyi adamdı. Günlerce, haftalarca ağladım durdum. Anneme haber saldım “Gel!” diye. “Sen gel” dedi. Gittim. Bursa’daydılar. Babamın ölümünden sonra abimler, annemin yanına, baba evine taşınmışlardı. Abim, evli iki çocuklu kocaman adamdı ama bana eskisi gibi iş buyurmaya kalkışınca, “Karına söyle o yapsın” deyiverdim yüzüne karşı gülerek. Ciddi miyim, değil miyim bilemedi. Ama gıkı da çıkmadı. Bir ay sonra Beykoz Rakı Fabrikasında iş buldum. Sekreter yardımcısıydım ve sonra sekreter oldum. Kendi hayatımı kendim kurdum yeniden. Çok çalıştım ve kimseye müdana etmedim. Şimdi yine tek başıma ve ayakta dimdik duruyorum. Ölürken ayakta ve gülerek ölmek isterim!”
Konuşurken yüzündeki gülücükler şekilden şekle giriyor, hüzünleniyor, neşeleniyor, dikleniyor, gururlanıyor ve tüm bu duygular gülümsemesine, yer yer gülmesine mükemmel uyum sağlıyordu. “Abim, küçükken zor ve zorba bir çocuktu. Bana emirle verir, yapmadığımda vururdu. Önceleri ağlardım. Annemler onu azarladıkça bana kinlendiğini gördüm. Sonra ağlamadım vurunca. “Hiç acımadı ki… Hiç acımadı ki…” der, gülerdim. Daha da kızar, üzerime gelirdi. Ben de annemlerin yanına sıvışırdım. Annem bir şey olduğunu anlar ama ses etmezdi. Sonraları kaçmadım. Diklendim. Bana ifrit olurdu. Gülmek bir tür kafa tutmak, karşı tavır geliştirmek, direnmekti ve ben bunu çok erken yaşımda öğrenmiştim. Bütün iş hayatım boyunca, en zor durumlarda bile yüzümden gülmeyi ve gülümsemeyi eksik etmedim. Zorluklara, haksızlıklara, yalana ve iftiralara karşı gülümsemelerim hep yanımdaydılar ve bana destek oldular. Böyle dostları nasıl bırakırım bir düşünsene!” Haklıydı. Doğru söze ne denirdi?
“Gülmek sana gerçekten çok yakışıyor” dedim. Gözlerinin mavi ışıltısı, dişlerindeki zirkon pırıltısıyla biçimli ve kırışık yüzüne büyüleyici bir güzellik kattı. Dudaklarında mahcup bir gülümseme mi belirdi ne? Gerçekten öyle mi olmuştu? Yoksa ben mi uyduruyordum? Benim bu hayranlık ifade eden sözlerimden öyle etkilenecekmiş gibi görünmüyordu. Olsun! İnsanlar, genelde görmek istediklerini görürdü. Düşüncelerimi okumuş gibi gülümsedi ve sakince devam etti sözlerine. “Gülmek, en azından olayları gülümseyerek karşılayabilmek herkese yakışır. Sen, öfkeyi kendine dost edinmişsin. Biraz da olaylara gülerek, gülümseyerek kafa tut! Bak… Sana da yakışacak gülmek… İnan bana!” dedi.
Yüzüne bakakaldım. Bu sefer ben de gülümsüyordum. Galiba…
Kamil bey sımsıcak bir öykü. Bir anda insanı geçmişe götüren, umutsuzluktan umuda uçuran, ikinci baharı yaşatan bir anlatı sunmuşsunuz. Kalemine sağlık.