Saat sabahın beşine yaklaşıyordu. Tamamlanması gereken birkaç iş ve uykuya dalmasına izin vermeyen birkaç düşünceden dolayı yatağına uzanamamış, çalışma masasının başında odasındaki her ayrıntıya sırayla odaklanmaya başlamıştı. Odası onun en çok ‘özgür ve kendi’ olduğu tek alandı. Duvarın rengi, astığı tablolar, resimler, kurutulmuş çiçekler, içi anılardan kalanlarla dolu renkli kutular, tavandaki yıldızlar… Her şey onu yansıtıyordu, bu yüzden baktığı her yer onunla konuşuyor, ona şarkılar mırıldanıyor, onu zamandan zamana taşıyordu.
Eli masanın üzerindeki yarısı boş su bardağına uzandı, suyun kıpırtısına bakarak yudumlamaya başladı. Duvarda yağlı boyayla yaptığı koyu mavi dalgalı deniz manzarasına ilişti gözü sonra. Dalgaların uğultusunu duyumsadı, serinliğini hissetti ardından. Hayattaki her şeyin bir müziği, uğultusu vardı onun için. Dünyaya gelir gelmez başlamıştı müzik hassasiyeti. Annesinin sesi onun ilk şarkısıydı ama ardı ardına çoğaldı sesler zaman içinde.
Pencereden içeri ağır ağır yayılan güneşin kızıl ışığını fark etti. Alevlerin uğultulu dansını duymaya başladı, yakıcılığını hissetti ardından. Korkutucuydu ama bir o kadar da davetkâr. Uyumak için yatağına ilerledi ve uzandı. Uykuya geçerken dinlenecek şarkıların listesi hazırdı çoktan. Tek parmak hareketi yetti müziğin başlamasına. Gözlerini kapadı. Zaman yolculuğuna başlamıştı işte.
Her yılın, her ayın, her kişinin, her mevsimin, her eşyanın bir şarkısı vardı hayatında. Her müzik onu belli bir zamana götürüyor, bir kişiyi hatırlatıyordu. Zaman makinesinin icadına ihtiyacı yoktu bu yüzden. Hangi zamana gitmek istese ya da kimi hatırlayıp anmak, şarkısını bulup açması yeterliydi. Kendini o anlara ve müziğin dansına bırakırdı. Orada yer çekimi yoktu onun için.
Açtı gözlerini, güneş ışığının etkisi daha da artmıştı odada. Güneş, tam yatağın karşısında onu izleyen Van Gogh’un Arles’teki Yatak Odası tablosuna vuruyordu. Bu resme bakmak ona huzur veriyor, ona uykuyu hatırlatıyor, böylece uykuya daha kolay dalabiliyordu. Her eşya gibi bu resmin de onun için bir müziği vardı, dinlenince huzur ve dinginlik veren.
Doğanın tüm seslerini içine çekebilmiş bir Van Gogh… Bu tabloyla uğraşırken hangi müzik çalıyordu sahi sonradan kesip attığı kulağında… Hangi uğultuyu en çok seviyor, hangi ses, hangi müzik ona ilham veriyordu eserlerini yaratırken. Tabloya bakarken düşünmüştü tüm bunları. Bir düşünceler yumağı vardı kafasının tam orta yerinde, yumağı açmaya çalıştıkça daha karışık bir hâl alıyor, düğüme dönüşüyordu. Zweig’in dediğine gelmiş, şakakları zonklamaya başlamıştı. Tamamına yakını boş kalan su bardağındaki son yudumu da içti. Kapattı müziğin sesini, uyku öncesi sessizlik başladı. Tüm uğultular kesildi birden. Hatta ayın dünyanın, dünyanın kendi ve diğer gezegenlerle birlikte güneşin çevresinde dönerken çıkardığı gürültüsü muhteşem, hayali uğultu bile.
Sol kulağını üstüne yattı; işaret parmağıyla sağ kulağını tıkadı. Kalbinin uğultusunu dinledi bir süre… Uğultular içinde yitip giden kalbinin uğultusunu. Başkaları duymasa da canına can veren uğultuyu.