Ağrıyan omzunun verdiği rahatsızlıkla sağ tarafına döndü, buz gibi bir dokunuşla irkildi. Salonda deri kanepede uyuyakalmıştı. Elini kanepenin arkasından çekip yerinde doğruldu. Elli dokuzuncu katın, boydan boya pencerelerinden içeri dolan gün ışığının etkisiyle gözlerini uzun bir süre açamadı. Gözlerini kırpıştırarak baktığında ise karşısında ilk gördüğü, bütün gece içilmiş onca kahveden arta kalan fincanların, laboratuvar görünümündeki eve inat, kare cam sehpanın üzerinde güneş ışınlarının dansına eşlik etmesiydi.

Başı ağrıyordu. Evi dolaştı. Odalar boştu. Yatak odasında yere fırlatılmış gömleğe baktı. “Akşamki olayı unutmak için rezidans cennetimizin korusunda koşuyordur. Huzurlu ve konforlu cennet!” diye mırıldandı. Kalktı, pencerenin önünde durup dışarıya baktı. Birbirlerine yüzlerini dönmüş üçüz dev kule ve gökyüzü, bir de ara sıra görüş alanına giren beyaz bulutlar, içi boş kocaman konuşma baloncukları.

Telefon sesiyle irkildi. Annesi arıyordu. Cevap vermese açtırıncaya kadar kaç kez arardı bilinmez. Üst üste mesaj da atmıştı. Her zaman haklı çıkan, ses tonuyla:

“Damla, uyandın mı?”
“Evet anne, günaydın…”
“Neler oluyor böyle?”
“Bir şey olduğu yok anne…”
“Sinirlendirme beni. Semra bana her şeyi anlattı.”
“Öğrenmişsin işte, daha niye soruyorsun!”
“Bana kızacaksın ama bunun böyle olacağı belliydi.”
“Anne; başlama lütfen, dinlemek istemiyorum.”
“İstemezsin tabi, haklı olduğumu bildiğin için istemezsin, bu böyle ne kadar devam edecek? Geceli gündüzlü dur durak bilmeden çalış sonucunda olacağı budur, sinir mi dayanır?”

İşte ilk darbe gelmişti. Bundan sonrakiler devam edecekti. Kanırtmadan bitirmezdi.  Dinlemedi bile, ne diyeceğini biliyordu. “Dededen kalma şirketi sen bu hale getirdin. Çocuk bile yapmadın bu yüzden. Kocan ne yaptı? Sen onu, o da parayı sevdi. Evlenirken bu adamla olmaz dediğimde, biz birbirimizi bulduk, merak etme, her şeyi birlikte yapacağız, diye kafa tutmuştun. Şimdi ise… Ne diyeceğimi bilmiyorum.”
“….”
“Ayrıca bu durum…”
“Anne, hoşça kal!”

Duşa girdi. Suyun altında uzunca bir süre hareketsiz kaldı. Akşamki yemek… Zorlamışlardı. Oysa ne kimseyi görmeyi ne de bir yere gitmeyi istiyordu. Üstelik onun arkadaşlarıyla. Yeniköy’de, Boğaz manzaralı, dünya mutfağından yemeklerin sunulduğu koridor şeklindeki şık restoranda on kişilik bir grup. Mekâna derinlik vermesi için düşünülmüş her iki duvarda birbirine paralel aynalar. Yeni cilalanmış masa üzerinde beyaz kolalı keten peçeteler, ışıldayan kadehler, küçük cam vazolardaki titrek mum ışığında renkleri bir görünüp bir kaybolan mor menekşeler. Her kafadan bir ses. Uğultular. Suyu biraz daha ılıştırdı.

“Adam bankaya transfer oldu. Helal olsun, götürdü paraları gene.”
“Aman yemesini bilmedikten sonra. Bende para olacak çekerim altıma Ferrari’yi!”
“Çantan harika, nereden aldın?”
“Milano’dan canımcım.”
“Çok şeker.”
“Sana söylediğim gibi değerli madenlerin fiyatları yükseliyor, fon almıştın değil mi?”
“Bu sıralar beklemedeyim, zokayı iyi yerden vuracağım.”
“Aşkım çok içme, göbek yapıyoo biliyosunn.”
“Geçen bayram Filipinler’e gitmiştik, bu sefer de  Brezilya’ya gitmek istiyoruz.”
“Filipinler’de zenginlerin yaptırdığı ev mezarlarda insanlar yaşıyormuş, gördünüz mü, ne korkunç di mi? ”
“Tatlım o yemek çatalı, antre çatalını kullansana, en dıştaki.”

Büyük beyaz porselen tabakların ortasında iki çatal alınıp bırakılmış yemekler. Ruj lekeli peçeteler, o sırada  purosunu cebinden çıkaran Uğur’un üstüne dökülen kırmızı şarap. Restoranda derinden gelen caz müziğini bastıran bariton bir ses. Ne yapacağını şaşıran genç garson.

“Dikkatli olsana, ne zannettin bunu, bez parçası mı? Mahvettin gömleği! Yeni misin sen?”

Tepede oturan adamın sesi, bir zamanlar ruh ikizim olan adam mı bu? Hep mi böyleydi, yoksa cennetimizin tepesine çıkarken ruhunu ara katlarda kaybetmişti de, ben mi fark etmemiştim?

Eldiven şeklindeki lif vücudunda artık kıpkırmızı iz bırakmaya başlamıştı. Aynalar, çoğalan Uğur, bölünen Damla. Konuşmalar, gömleğin fiyatı, markası, garsonun maaşı, tipi.  Birbiri ardına sıralanan boş konuşmalar. Benim ne işim var bu insanların arasında? Birden karşı aynada patlayan kırmızı şarap kadehi. Tuzla buz olan aynadan etrafa saçılan ince uçlu parçalar.

“Damla, çıldırdın mı sen!”

Havada kalkan ele son anda Semra’nın müdahalesi. Kolları kanayan kadın. Dehşet ve şaşkınlık dolu bakışlar.

“Nasıl yaparsın bunu Damla?” diye soran tanıdık, bir o kadar da uzak yüzler. Suyun tazyikini arttırdı.

Eşofmanlarını giydi, saçlarını kurulamadan arkasında sımsıkı atkuyruğu bağladı. Uykusuzluğun izleri az da olsa silinmişti. Kahve makinesinden kahvesini aldı. Koyu ve sade içerdi. Taze kahve kokusunu içine çekti.

Koltuğa kendini bırakmıştı ki kapı zili çaldı. Uğur olamazdı, üç kez basardı zile.  Resepsiyondan da aramamışlardı. Merakla kapıyı açtı. Karşısında bembeyaz saçları, küçük boyu, hâlâ ışıl ışıl parlayan gözleriyle dedesinden yadigâr Mehpare hanım duruyordu. Kollarını açtı, “Canım anneannem” diyerek boynuna sımsıkı sarıldı. Arnavutköy’deki ahşap evin bahçesinden manolyaların kokusu, güllerin rengi, bülbüllerin şakımaları, rüzgârın sesi kapıdan içeri yavaşça süzüldü. Küçük kadının kulağına “Özledim, çok özledim” diye fısıldadı. Gül fidanında bir tomurcuk açtı.