Yıllar geçiyor ve ben insanlardan git gide uzaklaşıyorum. İnsan ırkı gezegende
durmadan çoğalırken böcekler, ormanlar tükeniyor. Arılar bitiyor,
kelebekler de. Göller ve dereler kurudu. İnsan ırkı virüs gibi yayılan bulaşıcı
bir hastalık, gezegeni ve diğer canlıları yok ediyor. Bu baskın ırkın
bir üyesiyim ama ondan nefret ediyorum. Bana göre yamyamlar, diğer
canlıların etiyle ve yavrularıyla besleniyor, kuzu çeviriyor, beyin çorbası
içiyorlar! Neredeyse aklım ereli et yemiyorum. Hayvanın hangi bölge
etini istedikleri söyleyebildikleri kasaptan bozma restoranlarda, yemeklerini
zevkle çiğniyorlar. İğreniyorum, nasıl olur da şu koldan kes, ya da
şu sırttan diyebilirler, söyleyince de deli misin diyorlar, ne kadar lezzetli.
Deliyim! Ya siz et çiğneyen, diğer canlıları yiyen siz?
Bir gün, az sayıdaki arkadaşımdan biri “senin de bir gün yaşlı bir kız
kurusu gibi sokaklarda dolaşıp bütün emekli maaşını sokak hayvanlarına
yatırıp onlara poşetlerle yiyecek taşıdığını görmekten korkuyorum” demişti.
Yaşlı kız kurusu. Erik kurusu gibi. Yaşlı erkek kurusu duydunuz mu
hiç? Ben duymadım. Hele o erik kurusunun gün kurusu olan hali gözümün
önüne geliyor da! Koyu renkli, büzük büzük! Üzülmüş, hem de irkilmiş-
tim. Aklımda dönmeye başlayan ilk soru şuydu. Neden herkes birbirine
benzer hayatlar yaşamak zorunda? Evlenmemiş erkekler en fazla müzmin
bekârdı, erkek kurusu değil! O da zaten kurumamak için bir sürü macera
yaşadığı varsayılırdı. Arkadaşımın mutlu bir yuvası, gül gibi üç çocuğu,
kariyer sahibi bir eşi vardı. Özellikle tercih ettiğimden değil de, evlenememiştim
işte! Uzun yıllar hasta olan anneme ve babama bakmıştım. Onları
da kaybettikten sonra artık her şey için çok geçti. Artık elli yaşımda kim
alır beni, çocuğum olmaz ki! Hem evlilik, biriyle birlikte yaşamak bana
uygun mu bakalım. Uzun yıllar kendi başınıza olmaya alışınca karşı cinsle
bir yakınlık kurulamıyor. Kimi insanları da evlendirmeyin canım, dünya
nüfusu zaten kalabalık, çoğalmasınlar!
O bana bu küstah cümleyi sarf ettiğinde gülümsemesi yüzünde donmuş
biri gibi bakakalmış, o gülen yüzün arkasındaki dehşeti zor zapt etmiştim.
“Kız” evlenememişliğe, kuru da deliliğe, çılgınlığa dairdi. Çünkü poşet
taşıyan kadın, semtimizin köpeklerine, kedilerine semtin sakinlerinin
yapamadığını yapıyor, her akşam, her iki kolunda poşetlerle sokak sokak
hayvancıklara yemek taşıyordu. Ne büyük çılgınlık! Aslında arkadaşımın
sözünden bu denli irkilmem, ruhumun derinliklerinde varlığını zaman zaman
hissettiğim çılgınlığı onun da sezmiş olmasıyla ilgiliydi. Her bireyin
içinde pusuda bekleyen o taşkınlık. Laf aramızda bir gün onu hapsedemeyip
o taşkınlık girdabına kapılabilir, böylece sıkıcı, birbirinin tekrarı günlerden
ve gecelerden ibaret hayatı sürdürmek yazgısından kurtulabiliriz.
Çatlaklar iyidir, ağır ağır sızar, taşmayı önler. Çatlaklıklarıma izin vermediniz,
ben de hepten çıldırdım. Her şey tam olarak nasıl başladı bilmem.
Önceleri işe gidiyor, işten geliyor, sıradan bir ev kızı olarak yaşantımı
sürdürüyordum. İşyerindekiler bir gün önceki diziyi, eski okul arkadaş-
larım büyüyen çocuklarını, aldatan kocalarını ve aldıkları kilolarını, gezi
planlarını konuşuyordu durmadan; hep aynı şeyler işte. Bin yıl geçse de
değişmez. Denizlerin dibindeki adı duyulmayan canlılardan, chınchorro
mumyalarından, marsa gönderilen uydudan, havadaki zararlı partikül
oranından, kırılan buzullardan, Balaban’ı vurduklarından, bahçeye düşen
atmacadan konuşmak istemiyorlardı benim gibi. Hoşlanmıyorlardı işte.
Ben de sessizce, dikkat çekmeyecek kadar aralarında bulunuyordum;
çünkü gerçekten akıl hastası yaftası yemek istemiyordum. Bazen kendimi
kaptırıp tarifler veriyordum, organik gıda reçeteleri, temizlik hileleri,
geziler, görülesi yerler. Bir keresinde bir kadınla erkek, üçümüz iş yerinde,
yemekhanede oturmuş konuşuyorduk. Birbirimizi anlamaya çok yakındık,
biliyorum, hissetmiştik. Sonra kız intihar etti. Adam başka bir şehre taşındı.
Ondan sonra insana dair umudum bitti.
Bir akşam kıyıda bir bankta otururken bir sokak köpeği geldi yanıma.
Hava kararmıştı, önümde uzanan denize bakarken ağlıyordum. Çünkü çok
güzel görünüyordu, büyüktü, karanlığı yutmuştu. Köpek dibime kadar
sokulup göz çukurlarımı önce hafiften koklayarak gözyaşlarımı yalamaya
başladı. Bir köpeğin bir insanın ağladığını bildiğini bilmezdim. Sanırım
kırılma noktam buydu, yani bir insanın değil bir başka canlının beni tesellisi.
Bu köpeklere dair sanırım ilk bilgimdi. Sonrasında ben de sayısız kez
onların ağladığına şahit oldum. Sonra yanımda durdu, arka ayaklarının
üzerine oturup denize baktı benimle. O akşam arkamdan eve kadar takip
edince eve aldım, beraber yaşamaya başladık. Adını Zucco koydum. O
ara okuduğum bir tiyatro oyunundaki karakterin adı. Daha çok bir kader
kurbanı katil!
Olaylar böyle başladı. Geceleri karanlık sokaklara Zucco’yla beraber
çıkıyorduk. Ustalıklı bir şekilde ne kadın ne erkek gibi giyiniyor, tanınıp
bilinmemek için kendimi kamufle ediyordum. Aralığın son günlerini yaşadığımızdan
kaşkol, bere kullanmak işimi kolaylaştırıyordu.
Dışarı çıktığımızda kapıda bizi bekleyen kedi ve köpekler olurdu. Onlarla
başladık. Sonra bir aşağı sokaktakileri besliyorduk, arka sokak, yan sokak
derken tüm mahallenin sokaklarını sarmıştı uğraşım, mahalleden sonra da
semti. Bütün olan biten bir günde olmamıştı. Kendi kapımda, sokağımda
kaç gün geçirdiğimi şimdi anımsamıyorum bile. Diğer sokaklara geçişim
ne zamandı? Kaç gün, ay sonra? Yürüdüğüm mesafe gittikçe artıyor, bu
da giderek kilo vermeme yol açıyordu. Bir deri bir kemik kalmıştım. Artık
eve geliyor, kasaptan aldığım kemiklerle makarnalar haşlıyor, bulamaç
yapıyor, belirlediğim sokaklarda arabamla dağıtımını yapıp yorgun argın
ancak uyumaya eve dönüyordum. Kalan vakitler de, marketlerden malzeme
toplamakla geçiyordu. Yorulmuştum, tükeniyordum. Bir çarkı ya da
değirmeni adımlarıyla döndüren bir laboratuvar faresi gibi hissediyordum.
Duramazdım, durursam çarkın duvarlarına vura vura parçalarıma ayrılırdım.
Şimdi bu dönen çarkın dışına nasıl çıkılır bilemiyordum. Çarkı çevirmem
için gereken enerji de giderek artıyor, bense gün gün tükeniyordum.
Bir akşam mahallede belirlediğim park alanında hayvanları besledikten
sonra, dönüşte ölesiye yorgun olduğumu anladım. Bir taşın üstüne çöktüm
ve düşünmeye başladım. Ben her akşam hazırladığım onca torbayla bu
park alanlarında, köşe başlarında, artık alışkın şekilde beni bekleyen kedi
ve köpeklere kuru gıda ve haşlanmış makarna vs yiyecek getiremezsem ne
olurdu? Şöyle cevapladım kendi kendimi. Ne olacak daha beter olur. Eskiden
kendi başlarının çaresine bakmayı bir biçimiyle öğrenmişlerdi ama
ya şimdi. Onları alıştırmıştım. Her akşam onlara yemek taşımaya onları
alıştırmıştım. Ve buna ben de alışmıştım. Alışmak mı? Bu benim için bir
tür bağımlılık halini almıştı. Onları da birer bağımlı haline getirmiştim.
Birbirine bağlanmış iki taraf. Gelmezsem sefilce birkaç gün beni bekleyeceklerinden
emindim. Yiyecek bulmak için çaba sarf etmeyeceklerdi,
alışkanlık içinde beni bekleyeceklerdi. Zihnimde beliren manzara ürkütü-
cüydü. Yola dizilmiş bir deri bir kemik kedi ve köpekler. Açlıktan ölmek
üzereler ama gözleri yolda beni beklemeye, geleceğime inanmaya devam
ediyorlar, mahzun bakışları geleceğim yönde çakılı kalmış. Ne zamana
kadar? Kafamın içindeki bu görüntüden kurtulmak için başımı salladım.
Bağımlı olan kimdi? Ben mi onlara bağlanmıştım?.. Neden her akşam
sokaklara çıkıp onlara yiyecek taşımak zorunda hissediyordum kendimi?..
Neyin çilesini çekiyor, kefaretini ödüyor, sırtına bağlanan bir kalası
çekmek zorunda bırakılmış bir aziz gibi kan revan içinde ilerliyordum?..
Onları doyurup besleyerek dünyadaki hangi canlı ölümlere engel olmaya
çalışıyordum?
Bir akşam denedim. Kendimi eve kilitledim. Kendimle sabaha kadar didiştim.
Huzursuzdum, sinirliydim, dikkatimi başka şeylere veremiyor, sü-
rekli çıkıp gitmek, görev addettiğim işimi tamamlayıp gelmek istiyordum.
O gün mideme açlarda olduğu gibi kramplar girdi, kollarım ve bacaklarım
sanki yaralanmış gibi sızladı, gözümün önünden mahzun bakışları silinmedi.
Gidip yardımcı olamadığım hayvanların fiziksel ve ruhsal acıları
gelip bedenime yerleşmiş gibiydi. O gün doğru dürüst uyuyamadım. Ertesi
gün merakla gittiğim yerde hayvanlar her zamanki gibi beni bekliyordu.
Demek alışkanlığımdan bir gün bile uzak kalmanın faydası yoktu.
Ertesi gün karar verdim. Emeklilik dilekçemi verdim. Ailemden kalan evi
satıp bir karavan aldım. Artık tüm mesaimi bu işe adamam gerekiyordu,
yoksa huzur bulamayacaktım. Karavanda yatıp kalkıyordum. Malzeme
almak için bir yerleşim yerine geliyor, orada belirlediğim bölgedeki aç
hayvanları besliyor, yoluma devam ediyordum. Daha doğrusu artık cep
telefonuma çağrılar geliyordu. Bilmem ne ormanına bırakılmış bir grup
açlıktan ölmek üzere olan köpek haberi… Ya da bilmem nerede terk
edilmiş hayvanlar… Gerçekten sanki son anda onlara ulaşıyor, açlıktan
birbirini yemek üzere olan hayvanlara yiyecek ulaştırmayı başarıyordum.
Yemek götürmek, işin sadece ufak kısmıydı. Çoğu zaman gittiğimde yaralı
hayvanlara rastlıyor, halledebileceğim sorunları varsa hallediyor, daha
ciddi kırık vs sorunlarda yakalayabildiklerimi tedavi için veterinerlere
taşıyordum.
Artık tüm ilişkilerimden, eski dostlarımdan uzaklaştım. Kimsenin beni
anlamasını, beklemediğim gibi ahkâm kesmesini de istemiyorum. Delirmiş
olduğumu düşündüklerine kuşkum yok. Bu benim hayatım. İstediğim
gibi yaşadım ve sonlandırma hakkına sahibim. Elde kalan tüm birikimimi
harcadım. Geri kalan tüm harcamam benzin, yiyecek ve tıbbi yardım malzemelerinden
oluşuyordu. Kendi kendime tamam artık bu bölgedeki hayvanları
güvenli bir yere taşıyayım, sahiplendireyim artık bu işi bırakırım
dediğim zamanlar olmadı değil. Ama sonu gelmedi, bir grubu kurtardım,
bir başka yerde başladı. Bazen de kendimi aynada üstü başı kir pas içinde,
insanlıktan çıkmış halde görüverince eski hayatıma dair bir şeyleri hüzünle
anımsayıveriyorum. Ama ne yapılabilir?.. Beni tek başıma bıraktınız.
Tek başıma ne kadar engel olabilirim bu zavallı canlıların ölmelerine!
Durmadan hayvanların yaşam alanlarını yok ederek, göçe zorlayarak açlı-
ğa mahkûm ettiniz. Bunun için hiç sorumluluk hissetmediniz. Artık sona
geldim. Ne param kaldı, ne gücüm. Bugün kuzey ormanlarına terk edilmiş
bir grup köpeğin açlıktan birbirini yediği haberini aldım. Cebimde kalan
son parayla benzini doldurdum. Yiyecek malzemesi bile toparlayacak
param pulum kalmadı. Arabaya hiçbir şey alamadım. Hiçbir zaman sizlerden
isteyecek kadar da alçalmadım. Hava oldukça soğuk, yarın yeni yıla
girilecek. Bugünden itibaren sağa sola koşuşturmam gerekmeyecek. Artık
eklemlerimdeki ağrılar, beynimde dönüp duran görüntüler ve düşünceler
de duracak. Kan, vahşet, birbirini yiyen hayvanlarda tükenen insanlığımız.
Yanıma kanserden ölen annemin son zamanlarda vurulduğu morfinden bol
miktarda aldım.
Arabayı yol kenarına bırakıp tahmin ettiğim yerden ormanın içine girdim.
İşte son satırlarımı yazıyorum defterime. Sırt çantama defteri de giysilerimle
birlikte bırakacağım. Çırılçıplak. Geldiğim gibi gidiyorum. Uzaktan
vahşi sesler geliyor. Damarıma bol miktarda morfini enjekte ettim. Acı
duymayacağım, az sonra beyaz bir ışığın içine uyumaya gideceğim. Son
olarak anca bedenimi sunabilirim bu aç hayvanlara. Yeni yıl armağanımı
beğenmediniz mi?!