Bir garip ölmüş diyeler
Üç gün sonra duyalar
Soğuk su ilen yuğalar
Şöyle garip bencileyin
Yunus Emre
Ankara kışlarının acımasız kuru ayazı bilinir oysa yaz günlerinin bunaltıcı kuru sıcağı da acımasızdır. Yeşilin hemen hemen hiç olmadığı kale ve çevresinde bu yakıcı sıcağı belki daha da fazla hissederdik. Bir kaç evin bahçesinde dut, zerdali gibi ağaçlar tek tük görebildiğimiz yeşilliklerdi. Bizim evlerden biraz daha yukarda komşu evin bahçesinde bulunan büyük iğde ağacı görsel şölenimizdi. Kokusuyla tazelik hissi verirken hafiften serinletirdi de.
Böyle günlerde önce sabunlanırız; az suyla’ evde çeşme yok, sokak çeşmesinden taşıma su olunca çaresiz suyu idareli kullanmak zorundayız, yani duşun ilkel hali…Önemli olan ter kokmamak, mis gibi sabun kokusu tenimize iyice işlemeli.
Ankara’nın diğer semtleri bize göre uzaktı. O uzak yerlere gideceğimiz zamanlar ancak banyodan sonra ‘gerilik’ kıyafetlerimizi giyebilirdik. Giysilerimiz ’gerilik’ ve ‘gündelik’ olarak ayrıştırılırdı. Gerilik elbiselerimiz giyerken sevinirdim. Sevinmez miyim, hiç; o günlerde annem öfkelenmez, bana kızmaz, hatta vurmazdı da.
Altı yaşlarındayım. Sıcak, çok sıcak yaz günlerinden biri. Banyo sonrası elbiselerimizi giyindik. Annemle aynı model. Sümerbank basmasından, üzerinde renkli minik kutucuklar olan beyaz bir elbise. Kare yaka, önü boydan iri beyaz düğmeli, yarım kollu. Annemin orta boy, siyah dalgalı saçları hoş; taraması yeterdi. Kendinden yapılıydı yani benim pırasa gibi dümdüz saçlarıma benzemezdi.
O gün de sofanın merdivenlerinden aşağı inerken mutluydum. Annem önde ben arkada indik. Birden annemin aklına uzun zamandır hasta olan hemen alt katımızda, tek odalı evdeki kiracımıza seslenmek geldi. Kazım abi… Kazım abi… Ses yok. Her zaman kapalı tuttuğu kapı aralıklı. Ses gelmeyince annem kapıyı itmeye başladı, itti itti, kapı sonuna kadar açıldı. İşte o an gördüm. Kazım amca sırt üstü yatmış, iki eli başının altında birleşmiş, bir dizini bükmüş, diğer ayağı dizinin üstünde. Sanki bir kumsalda…Belki bir filmde gördü hiç yaşamadığı, yaşayamayacağı hayatı, konforu, bir çoğumuz gibi.
* * *
Sahi hiç sinemaya gitti mi? Biz giderdik. Yaz akşamları kalenin en güzel sinemasına, ‘Eser Sineması’. Bence Ankara’nın en güzel yazlık sinemasıydı. Yüksekteydi, o zamanlar döküntü bir han olan ‘Koç Müzesi’nin arka tarafında. Adı gibi eserdi, serindi. Arka tarafından bakınca Gençlik Parkı, Opera sanki ayaklarımızın altında ışıl ışıldı, yıldızlar ayağımızın altında… Teras havasındaki arka kısımda masalar olurdu. Varlıklı aileler semaver çayını içerek film izlerdi. Biz hiç orada oturmadık. Ay çekirdeğimiz olurdu, bazen annem bir şişe gazoz alırdı, paylaşırdık. Eğer iki şişe alırsa paramız var anlamına gelirdi ki sevinmeme yeterdi.
* * *
Kapı sonuna kadar açılınca annem bir an dondu, toparlanmaya çalışırken ‘bakma’ diyerek beni uzaklaştırdı. Bahçeden dışarı çıktık. Komşu yaşlı kadınlar geldiler, emin oldular, kapısını kapattılar. Sokağın biraz ilerisinde kız kardeşi otururmuş, ilgilenmemiş, belediye kaldırsın, demiş. Çaresiz, annem karakola gitti, kapısını kapatıp bekleyin, ilgileniriz’ demişler. Mahalleli beklemeye başladı. Biz çocuklar neyi beklediğimizi bilmesek de bekledik işte. Büyük bir sessizlik. Büyükler konuşmadı, çocuklar oynamadı, bebekler ağlamadı, kuşlar ötmedi…
* * *
Kazım amcanın bir ailesi varmış; annesi, babası, bir kız kardeşi. Kardeşinin sahiplendiği, sokağımızın az aşağısındaki o evde yaşarlarmış. Bir zaman iki çocuklu bir aile evlerine kiracı gelmiş. Gel zaman git zaman derken kız kardeşiyle bu adam birbirlerini çok sevmiş. Ve… adamın karısını iki çocuğuyla birlikte evden atmışlar. Gerçekten atmışlar, bütün mahalle biliyormuş. Kazım amca öğrendiğinde engel olamamış, ailesini terk etmiş. Bir daha da onları hiç görmemiş. Dedem sağken, annem gençken bize kiracı gelmiş, bir daha da hiç çıkmamış. Yeri toprak tek göz odayı evi bilmiş. Bir ara anneme aşık olduğu için evden taşınmadığı söylentisi çıktığında annem sinirlendi; Kazım abisine sahip çıktı, istediği kadar bu evde oturabileceğini söyledi.
Ya doğruysa! O havalı güzel kızın hiçbir zaman kendisini istemeyeceğini kabullenip, dile getirememek…O kızın gelinliğiyle gidişini görmek ,kocasının şiddet uyguladığını, iki çocuğunun öldüğünü duymak, bir kız çocuğuyla dönüşünü görmek! Hangisi daha derin acıydı?
Sert bakışlıydı. Bana soğuk bakardı. Belki de ona hatırlattıklarımdandı. Korkardım. Sessizdi. Ne zaman gelir, ne zaman gider bilmezdik. Sadece ayda bir kez ‘….kirayı al’ sesi olurdu kapıda. Merdivenlerden aşağı almaya indiğimde katlanmış kağıt parayı hiç yüzüme bakmadan elime tutuştururdu.
O iş çıkışları ne yapardı, geç saatlere kadar atlas yorganlara iğne batırmaya devam mı ederdi…Taşlık, kayalık bahçemizde ,mahallemizde, Kayabaşında, hiç var olmayan çiçekleri ,vicdanında açan en güzel çiçekleri mi yorganlara mı işlerdi?
Hastalandığında işe gidemez, evde olurdu. Bir gün, tuvalete çıkmış olmalı ki, yan tarafında bulunan büyük kayada otururken gördüm. Üzerinde kömür karası bir atlet vardı. Bana yine sert baktı, bakıştık. Dışarı çıkmak için önünden geçmek zorundaydım. Tam o esnada geğirdi, genzime o korkunç bir koku doldu. Geri döndüm, bir daha da önünden hiç geçmedim.
Bekledik, bekledik…Beklemekten yorulan kadınlar cenazeyi kendileri kaldırmaya karar verdiler. Karar vermesine verdiler de yeterli paraları yoktu. Kahvelere, iş arkadaşlarına haber verme düşüncesiyle annem koşarcasına gitti. ‘Sen git, geliyoruz’ demişler, annemi gerisin geri yollamışlar.
Yine bekledik…bekledik…umutsuzca. Çocuklar yolda gözcü oldular. Bir çocuk sesi ’Geliyorlar!’ diye bağırdı. Yola koştuk. Gerçekten geliyorlardı! Kalabalık bir erkek topluluğu ellerinde büyük bir bakır kazan, tabut… Hüzne, sevinç karıştı!
Çift kanatlı bahçe kapımız sonuna kadar açıldı. Annem su ısıtmaları için kömürlükten odun çıkardı. Hepimiz dışarı çıktık.
O gün o hepimizindi; amcamız, dayımız, kardeşimiz, arkadaşımız,…O gün o Kayabaşınındı. O gün o belki de hayatında hiç görmediği bol sıcak suyla, Yunus Emre’ye nazire yaparcasına yıkandı.
Bahçe kapımız tekrar açıldığında artık omuzlar üzerindeydi.
Kadınlar mantızlar yaktı. Büyük bakır tencerelerde bol fıstıklı helvalar kavruldu, Yoldan geçenler dahil herkes doya doya helvasını yedi. Akşam da bahçemizde duası okundu.
Artan parayı ev sahibi sıfatıyla anneme teslim ettiler. Annem içinden birikmiş kira borcunu aldı, kalanını sokağımızın en fakiri yaşlı teyzeye verdi.
Ertesi gün evine girildi. Pireler! Ev pire istilasına uğramış, umursamamış!
Yaşamışlığa, hayata boş vermişlik!
Ondan geriye pirelerle birlikte küçük kirli bir gaz ocağı, dışı isli küçük bir bakır tencere, bir- iki kaşık, çinko tabak, kirli bir yatak, yastık, yorgan kalmıştı. Yorganı diktiği yorganlar gibi değildi! Atlas yorganları kendine yakıştıramamış mıydı?
Yorgancı Kazım…
İlk hayat dersi öğretmenim!
Yine derinden derine ruha işleyen, yalın dille yazılmış, hüzünlü bir hikaye… Elinize, yüreğinize sağlık.