Uyudum mu sopa mı yedim, anlamadım. Tüm gece yatağın içinde yılan sokmuş gibi sağdan sola, soldan sağa dönüp durdum. Uyumaya çalışmanın bir faydası yoktu, sonunda anladım. Hiç de alışık olmadığım bir saatte yataktan çıktım, hızlıca hazırlandım ve kendimi sokağa attım. Başıma bir iş gelmişti ve çok içim yanıyordu. Bunu da hiç kimseyle paylaşamazdım. Hele evdekilerle asla! Bilseler canıma okurlardı.

Ben çıktığımda henüz ortalık yeni aydınlanıyordu ve hava yağmurluydu. Sıcak bir şey içmemiştim, kahvaltı da yapmamıştım. Islandıkça ıslanıyordum ve içim titriyordu, hem de çok fena. Pişmandım; keşke evden kaçar gibi çıkmasaydım, şemsiyemi almayı unutmasaydım. Özellikle annemle karşılaşmak istemedim. Kapkara gözlerime bir defa baksa, bir derdim olduğunu hemen anlardı. Akşam evde, başım hep önde dolaşmam bundandı. Nasıl söylerdim konuştuğum oğlan beni yüzüstü bırakıp gitti diye. Ne oğlandan haberi vardı ne de bir gün önce terk edildiğimden. Böylesi bir sonu asla beklemiyordum. Dünyam başıma yıkıldı duyunca. Annem bilseydi gelip beni istesinler diye başımın etini yerdi çoktan. Ona göre yaşım geçiyordu. Yaşıtlarım yuva kurmuş, çoluk çocuğa karışmıştı. Benim neyim eksikti? Zaten durmuyordu ki sürekli sağa sola haber salıyor, birileri beni görmeye geliyordu. Dün akşam da sözde yine birileri beni istemeye geldi. Hiç fikrim bile sorulmadan. Neyse ki beni beğenmedi gelenler. Tavırlarından anladım. İkram ettiklerimizi arkalarından atlı kovalıyormuş gibi hızlıca yediler, çaylarını içtiler. Kahve faslına geçmeden bize müsaade deyip kalkıp gittiler. Bense hep başım önümde, içim buruk, yeminle bir defacık olsun yüzlerine bile bakmadım. Aralarında fısıldaşırken duydum pek kara kuru ve çelimsiz bulmuşlar beni.

Tenha sokakta adımlarımı hızlandırdım. Otobüs durağına bir an önce varmalıydım, daha fazla ıslanmak istemiyordum. Kafamda onlarca karamsar düşünce… Akşam eve döndüğümde, annem beni görmeye gelenlere sıcak davranmadığım için kızacak ve yine her zamanki gibi söylenecek. “Anne günah!” diyeceğim ama aldırmayacak. Saydıkça sayacak “Seni doğuracağıma taş doğuraydım!” diyecek. “Kaldın başıma, zaten ne hayrını gördük bugüne dek. İnat ettin okumadın liseden sonra. Okusaydın, ne güzel mevkilere gelmiştin şimdi. Belki bahtın da açılırdı, kim bilir. Az dil dökmedim zamanında sana, yüksekokula gidesin diye. Sakın ha! İşten çıkayım deme bir de sana cep harçlığı vermeyelim. Başka bir iş de gelmez zaten senin elinden. Aldığın nefes bile haram.” Biliyorum yer bitirir artık günlerce annem beni. Nasıl gudubetin tekiymişim ki başına kalmışım. Oysa ne hayalleri varmış. Torun torba da sevmek istermiş. Bir türlü yüzünü güldürmemişim. İyi ki diğer çocukları hiç bana benzememiş!

Uzaktan bineceğim otobüsün geldiğini görüyorum, adımlarımı daha da hızlandırıyorum. Kaçırırsam bir sonraki yarım saatten önce gelmez. Soğukta ve ıslak bir halde daha fazla bekleyemem. Hastalanırım. Zaten işime de geç kalmamalıyım. Müdire hanım bu sabah gecikecek. Nüfusa mı ne gidecekmiş. Zar zor almış randevuyu. Kaçırmak istemezmiş. Mağazayı ben açacağım. Kapının anahtarını dün çıkarken bana verdi. Diğer çalışanlar da biraz gecikecek. Dün akşam işyerini kapatırken sıkı sıkı tembih etti “Sakın ha! Yarın sabah geç kalma, vakitlice gel, mağazayı aç!” dedi. “Biliyorsun, sabahları işe giderken uğrayıp ihtiyacını alan çok müşterimiz var bizim. Gelenler kapalı görüp bizden ayağını kesmesin!” Gerçekten etrafımızda çok iş yeri var bizim. Birçok çalışanın yolu üstündeyiz. En çok kadınlar uğrar bizim dükkâna sabahları. Kafam karma karışık, bir düşünceden bir diğerine atlıyorum. Yediğim onca yağmur yetmezmiş gibi bir de yakınımdan geçen arabanın teki üzerime pis su sıçratıyor. “Yuh artık!” diyorum “bu kadar da olmaz!” Üstüm başım ıpıslak, otobüse biniyorum. Beni öyle görenler kenara çekiliyor da rahatça arkaya kadar ilerleyebiliyorum.

Onlarca küçük dükkânın ve mağazanın yer aldığı caddenin başında otobüsten iniyorum. Erkenden işe gelebildiğim için içim rahatlıyor. O da ne? Anahtarı bulamıyorum. “Allah, Allah! Nereye koydum dün ben anahtarı?” Hatırlıyorum sonradan diğer montumun cebinde kaldığını. Hay Allah! Eve gidip gelmem mümkün değil. Kapının önünde kalakalıyorum öylece. Epeyce bekliyorum müdirenin gelmesini, beni bir güzel azarlamasını.

Gün boyu aksilikler hiç bitmiyor, moral bozukluğum da. Çaresizliğimde sessizce içime akıtıyorum gözyaşlarımı. Yüreğim kaskatı kesiliyor. Yaşamımda güzel bir şeyler arıyorum. Tutunabilmek için, bir parça ümit. Kırpıntısını bile bulamıyorum. Kasvetim ve mutsuzluğum büyüdükçe, her şey bitsin hiç acı çekmeyeyim, hiç yaşamamış olayım istiyorum. Razıyım buna çoktan yeter ki huzur bulayım. İstiyorum ki bir an önce akşam olsun, iş yerimden çıkayım ama eve dönmeyeyim. Kendimi ya bir arabanın altına atayım ya da yüksekçe bir yerden boşluğa bırakayım. Bıkmışım her şeyden. Kafamda delice düşünceler… Hayat aşırı üstüme üstüme geliyor. Dayanacak gücüm kalmamış. Bitmiş, tükenmişim hepten!

O gün öğleden sonra hava birden açtı; sanki sabah bardaktan boşanırcasına yağmur yağmamıştı. Yerler çabucak kurudu. Yüzler gülmeye başladı. Sanki tek mutsuz bendim. Gözlerim kapanıyordu uykusuzluktan. Bir köşeye kıvrılıp uyuyabilmeyi ve bir daha asla uyanmamayı çok istiyordum. Derken akşamüzeri, kapıdan içeriye orta yaşta beyaz saçlı bir kadın girdi. Başka zaman olsa çoktan koşup yanına gitmiştim, yüzümde gülücükler satılması gereken ürünleri göstermiştim. Ama hiç günümde değildim. Gizli müşteri olma ihtimali bile bir şey ifade etmiyordu artık bana. Çalışanlardan ikisi arkada ürün yerleştiriyordu, bir tanesi de molaya çıkmıştı. Müdire hanım yine dışarı çıkmıştı. “Aman bana ne!” dedim, “nasıl olsa artık işe gelmeyeceğim. Varsın gitsin beni müdire hanıma şikâyet etsin. Yarın bulsun da azarlasın beni.” Yine de bir şey beni dürttü ve uzaktan da olsa kadını gözlerimle takip ettim. Fazla oyalanmadan, reyonlar arasında şöyle bir dolandı. Sanırım fiyatlara baktı. Sonra gitti saç boyası reyonunun önünde durdu. Ürünleri epey inceledikten sonra bir tanesini aldı ve doğruca kasaya gitti. Bense hiç istifimi bozmadan kadına bakıyordum. Kasada kimse yoktu. Başkası olsa şimdiye çoktan “Kasaya bakan yok mu?” diye ciyaklamıştı. Sakince birinin gelip kasaya bakmasını bekledi. Sonunda istemeyerek kasaya gittim. Elindeki ürünü uzattı bana. Fiyatını okuttum. “Poşet istiyor musunuz?” diye sordum. “Yok, hayır!” dedi. İndirimdeki ürünleri gösterip “Almak istediğiniz var mı?” diye sordum. Şöyle bir baktı. “Şimdilik ihtiyacım olan bir şey yok, olursa gelir sonra alırım” dedi. Aldığı boyanın fiyatını tekrar söyledim. Ben sormadan “Temassız ödeyebilirim” dedi. “Tamam, buyurun!” dedim. Elleri titreyerek kartını okuttu. Boyayı alıp çantasının içine attı. Alışveriş fişini uzatıp “Fişiniz!” dedim. Aldı, kalın ceketinin cebine koydu. Sonra aynı sakinlikle bana dönüp “Elinizi uzatır mısınız?” diye sordu. Falıma mı bakacaktı ne, şaşırdım. Cebinden çıkardığı bir avuç can eriğini avucuma bıraktı. “Yeni topladım, arka sokaktaki erik ağacından; sizin kısmetinizmiş bunlar” dedi ve sonra mağazadan çıkıp gitti. Avucumdaki eriklere öylece bakakaldım; ona “Günümü aydınlattınız, kararan ruhuma ışık saçtınız, çok teşekkür ederim!” bile diyemedim.