Sokağın birbirine yaslanmış sarı boyalı çarpık evleri, betonun soğukluğundan sarının donukluğuna sığınan görüntüleriyle uykudalar. Perdeleri kapalı, hiçbirinde ışık yok. Issızlığını bölen köpek havlamaları da olmasa, koskoca şehirde yapayalnız sanki. Karşıdaki koca çınar ağacının dalına tünemiş baykuşun sesi geceyi bütünlüyor, bir de hummalı çalışmayla çöp artıklarını didikleyen kediler.

Bir sigara yakıp derin bir nefes çekiyor. Başını kaldırıp ciğerleriyle birlikte içindeki dumanı üflüyor gökyüzüne. Ayı görüyor, bütün çıplaklığıyla. Koskocaman, kor gibi. Asılı denizin üstünde. Ne kadar yakın.

Ayın yüzeyindeki karartıları insan yüzüne benzettiği çocukluğu geliyor aklına. O yüzü tekrar görmek, çocukluğuna dönmek, sığınmak için o masumluğa, gözlerini dolunaya dikiyor.

Ah, işte, yine orada! Tam karşısında bütün hüznüyle kendine bakan bir kadın. Ayın yüzeyinde. Uzansa dokunacak kirpiklerine. Tanıyor. Annesi mi? Belki… Belki de…

Aydaki Kadın, ayın kitabı. Kitapçı vitrininde sergilendiği panelde öyle yazıyordu. Yıllar önce üniversitedeyken, her birini yutarcasına okuduğu onlarca kitaptan biriydi. Bitmemiş, eksik kalmış bir roman olduğuna inanmayarak, severek okumuştu. Bitmemiş romanlar tutku oluşturmuştu Aydaki Kadın’dan sonra. Peşine düşmüştü hepsinin, öğrencileriyle birlikte sonlarını yazabilmek umuduyla. Sonrasında okul bitmişti ama öğrencileri olamamıştı. …

Bir sigara daha yakıyor derin bir nefesle. Başını kaldırıp ciğerleriyle birlikte içindeki dumanı üflüyor gökyüzüne.

Aklına, kitapçı vitrininde bütün gün boylu boyunca kitapların üstünde yatan tembel, tombul kedi geliyor. Altındaki kitapları okumuş, anlamlarını çözmüş gibi bilmiş, küçümser havasıyla sinir bozucu. Yemekten irileşmiş gövdesiyle sere serpe kitapların üstünde. Rahat, kendinden emin bakışlarla seyrediyor gelip geçeni. Dükkânın uğuru boynundaki kırmızı kurdeleyle.

“Kitapları kirletiyor mundar!” diye geçiriyor içinden.

Kedilerin canhıraş miyavlamalarıyla bırakıyor vitrindeki kediyi, çöp kutusundakilere çeviriyor bakışlarını. Kızgın bir çekişme içindeler ama kedilerin o acımasız kavgasına dönüşmemiş henüz tartışmaları. Değerli bir parçayı paylaşamıyorlar besbelli. Çekişmeden vazgeçmezse biri, acımasızlığın kıyımına dönüşecek hırlaşmaları. Tıpkı toplayıcıların kavgası gibi. Onlar da ölümüne tutuşuyorlar çöplerle kavgaya, bir parça kâğıt ya da bir parça yiyecek artığı için fark etmez.

Kedilerden biri, can havliyle, geceyi sesiyle bölen baykuşun tünediği çınar ağacına tırmanıyor. Ötekisi de ardından. Çok sürmüyor, kovalayan yarı yolda vazgeçiyor. Tekrar didiklediği çöplerin başına gidiyor. Bulduğu değerli besbelli.

Kediler.

Ev kedileri. Çöpten beslenenler.

Bütün gün yayılıp uyuyan tombul, asalak vitrindeki kedi.

Az ilerde çöp kutuları.

Toplayıcılar, çöpten beslenenler.

Her yanda çöp kutuları.

Gökyüzüne dolunay.

Derin bir nefes daha çekiyor sigarasından, başını kaldırıp ciğerleriyle birlikte içindeki dumanı üflüyor gökyüzüne. Tıpkı yerkürede topraksız, havasız, yurtsuz toplayıcılar kitlesi gibi yayılıyor duman her yana.

Koskoca şehrin çöpünü didikleyen toplayıcılar kediler gibi değiller. Çoktan öbekler oluşturmuş, sahiplenmişler çöp kutularını. Önlerinde ya da arkalarında çekçekleriyle kutu kutu dolaşıp topluyorlar kentin zenginliğini. Bütün gün her saat, her yerdeler ama el uzatmıyor grubun biri diğerinin alanına. Sessizlikte iş bölümü, saat gibi, tıkır tıkır.

Farklı şeyler oluyor son günlerde. Görünmez bir el numaralıyor çöp kutularını kocaman kırmızı sayılarla. Kentin toplayıcılarını saran tedirgin, kırmızı bir koku yayılıyor sessiz, sinsi, üstelik hızlı.

İnandı birileri, inandırdı herkesi, o çekilmez kırmızı kokunun toplayıcıların kokusu olduğuna. Karar verildi, gün boyu yapılan yağmaya dur denecek. Kokudan, çirkin görüntüden kent temizlenecek.

“Kurulan geri dönüşüm merkezleri yapsın artık toplama işini.” diyor birileri. “Boyalı, yepyeni pırıl pırıl arabalarla, tertemiz, kokusuz.”

Ekliyor sonra,

“Bu kadar toplayıcıya da topladıklarına da bir çözüm sunulacak elbet. Şimdiye dek vergisiz, tıkır tıkır kazandılar çekçekleri dolusu. Artık başka işler yapsınlar, kokusuz, tertemiz.”

Derin bir nefes daha çekiyor sigarasından. Başını kaldırıp ciğerleriyle birlikte içindeki dumanı üflüyor gökyüzüne.

Ay, son aydınlığını salmış yeryüzüne, denize yakın. Ha düştü ha düşecek, kıpkızıl. Tıpkı o geceki gibi.

Hani şu; ayaklarında gıcırdayan postalları, üzerlerinde taşıyamadıkları kurşun geçirmez yelekleri, kafalarında kaskları, elleri tetikte, olabildiğince sessizce, sessizlikleri kenti gürültüye boğan o gece…

Sessizliğin bu kadar gürültülü olabileceği inanılır gibi değil! Gürültülü sessizlik çelik yeleklerini delip yüreklere işliyor. Öğreniyor gürültülü sessizliğin ne kadar heveslendirdiğini. Hâlâ uğulduyor kafası o geceden yadigâr.

O gece ay dolunay, güneşe nispet aydınlatıyor dünyayı. Ağzına kadar kâğıt dolu derme çatma ambarları da aydınlatıyor açık seçik. Ambarların kırılan kapılarını, yanlarındaki çöpten evleri, korkudan gözleri irileşmiş kadınları, ağlayan çocukları… En çok da çaresizliği öfkeye dönüşen erkekleri.

Her şeyi aydınlatıyor ay, her şeyi. Gizlemeye çalışılan her şeyi! Kasklarının, çelik yeleklerinin, gıcırdayan postallarının örtemediği her şeyi. En çok da havada asılı kalakalan cümleyi;

“Abim ekmeğimiz onlar bizim, almayın elimizden, çoluk çocuk aç kalır! Abi…”

Duymuyorlar hiçbirini. Yalvarmalar yürekleri yumuşatmak için ama aldanmıyorlar. Ekmek kavgası değil onlarınki, ellerinden alınan bedavacılıkları. Gözlerinin yaşına bakmadan her şeylerine el koyuyorlar. Topladıkları atıklara, çekçeklere, hatta toplayıcıların birkaçına. İçlerinde üniversite mezunu olanın ağzı iyi laf yapıyor. Aydaki Kadın’ı okumuş sanki sonunu yazacak biraz daha konuşursa.

“Niye koparıyorsunuz uçuruma düşerken tutunduğumuz son dalı! Yapmayın!”

Ertesi gün akıl almaz bir haberle, gece baskın yaptıkları mahalleye gidiyorlar yeniden. Baskında, ekmek paramız, diye yalvaran ateşe vermiş evini çocuklarıyla beraber. Sonra da sokağın tek ağacına, o kadim çınar ağacına asmış kendini.

Asırlık çınar ağacı! Güçlü çınar ağacı! Adına yüklenen anlama inat, darağacı olmaya yazgılı ölüm ağacı! Kimbilir bu kaçıncı insanlık, güçlü dalının tarttığı!

Başını gökyüzüne kaldırıyor, aya bakıyor. Dolunay güneşten bile daha çok aydınlatıyor insanlığa ihaneti. Toplayıcıların kocaman gözleri gözlerinde, sözleri kulaklarında. Toplayıcıların, çaresizliklerinde öfkeye dönüşen sessiz feryatları kaplıyor her yanını. Kirli ellerin sahiplerinin gözlerindeki hiçlikten korktuğu, o kısa anı anımsıyor.

Dudağına götürdüğü sigarayı alelacele içine çekiyor.

Kediler, kavgalarının acımasızlığında çığlık çığlığa kapışıyorlar bu kez. Koşarak çınara tırmanmaya çalışan, yakalanıyor kovalayana. Gözü, kuyruğu, boynu bir yeri mutlaka parçalanacak bu gece.

“İlâhi düzen!” ne gelir elden.

Dolunay artık denizde kaybolmak üzere, yerini güneşe bırakmasına az kalmış. Biliyor doğan güneş her şeyi kalın bir perde gibi örtecek. Birbirini duymayan, görmeyen, birbiriyle kavgalı, birbirini boğazlayanların gürültüsü, kalın bir perde olup o büyük, bütün kirli elleri örtecek. Dünya hiçbir şey olmamışçasına günü sürdürecek.

Ay dolunay bu gece.

Koskoca dünyada bir tek kendisi var bir de aydaki kadın. Bir de…

Parmaklarının arasında sigaranın sıcaklığını hissediyor. Ölgün bakışlarını parmaklarına çeviriyor.

“Ne ara içtim, hay allah!”

Yanan sigarayla yenisini ateşliyor.