Özel nedenlerle bir süreliğine Kanada’ya gitmek durumunda kalınca Türk okurlar tarafından Margaret Atwood, Alice Munro ve Michael Ondaatje dışında pek bilinmeyen Kanada edebiyatına yakından bakma, adını ilk defa duyduğum bazı yazarları okuma, hatta bir kaç yazarla tanışma fırsatım oldu. Kanada bir göçmen ülkesi olduğu için yazarların çoğu Kanadalı olmalarına rağmen aslen başka ülke kökenliler. Bir de, Ülke İngiliz ve Fransızlar tarafından istilaya uğramadan önce bu topraklarda yaşayan yerli yazarlar var. Yerli yazarlar kütüphanelerde özellikle ayrı kategoride tutuluyor. Bu iki grubun yazarlarının ilk kitaplarına baktığımız zaman, göçmen yazarların kendi ülkelerinden göç edip yeni bir ülkede başlamanın zorluklarını, yerli yazarlarınsa istila sırasında kendi halklarına yapılan zulmü, haksızlıkları anlatan hikâyeler kurguladıklarını görüyoruz, romanlarında, öykülerinde. Bu hikâyeleri zemin almış kitapların satışı çok olmalı ki, genç yazarlar arasında bu konular popüler. Ancak birkaç kuşaktır Kanada’da olan, kökleri farklı olsa da Kanada’da doğup büyümüş yazarların kendi hikâyelerinden ziyade evrensel konularda yazdıkları görülüyor. Washington Black kitabının yazarı Esi Edugyan da Kanada’ya göç etmiş Ganalı bir ailenin, 1978 Kanada doğumlu kızı.

Türk okurlar pek tanımasa da Esi Edugyan 2011 yılında, Half Blood Blues adlı romanıyla “Man Booker Ödülü”nün finalistleri arasında yer alınca, Amerika ve İngiltere’de tanınmaya başlıyor. Aynı yıl, aynı kitapla Kanada’nın prestijli ödüllerinden “Giller Prize Ödülü”nü alan yazar, 2018 yılında, yine “Man Booker Ödülü”nün finalistleri arasına girdiği gibi Washington Black’le “Giller Prize”ı bir kez daha alınca iki kere aynı ödülü kazanan nadir yazarlar arasına adını yazdırıyor. Kendisi de siyahi olduğundan olmalı, romanlarında siyahilerin tarihi üzerinden duygu dünyalarını aktarmaya çalışıyor.

Washington Black’in hikâyesi 1830 yılında Barbados’taki bir şeker kamışı çiftliğinde başlıyor. Roman, on sekiz yaşında özgür olan bir kölenin yani Washington Black’in özgürlük yolculuğunu anlatıyor. Yazar “ben” anlatıcı dilini kullanmış. Bu da okura, kendini karaktere daha yakın hissettiriyor. Kendinizi onun yerine koyabiliyorsunuz. Roman dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde Wash, kendini bildiğinden beri köle olarak çalıştığı çiftliği, kendisini, çevresindekileri ve hayatının akışının nasıl değiştiğini anlatıyor.

Ona ismini veren ilk sahibi ölünce, sahibin kuzeni çiftliği yönetmeye gelir. O geldiğinde on bir yaşında olan Wash, kölelerin insanı gözünden okuma yeteneği geliştirdiklerini söyleyerek, arabadan inen sahibin daha bakışından kendilerini ne kadar korkunç günlerin beklediğini anlar. Gerçekten de yeni sahip son derece acımasız biridir. İşkenceler, ölümler, dayaklar birbirini kovalar. Yanında erkek kardeşi de gelmiştir. Bilime meraklı, bir uçan balon yapma hevesinde olan Titch, abisinin yöntemlerini beğenmez ama fazla ses de çıkaramaz. Bir akşam yemekte hizmet etmeleri için Wash ve onu korumasına almış Big Kit çağırılır. Bu yemekte Titch, Wash’ı enine boyuna süzer ve yapacağı uçan balon için ideal ağırlıkta olduğunu düşünerek abisinden onu kendisine uşak olarak ister. Big Kit’in yanından ayrılıp Titch’e hizmet etmeye giden Wash’ın hayatı on bir yaşına kadar yaşadığı zulüm ve dehşetten sonra bambaşka bir hal alır.

Bu bölümde Edugyan, karakterleri zengin bir dille ve detaylı bir şekilde çiziyor. Wash’ın, Big Kit’e “Özgürlük nasıl bir şey” diye sorması, kendisine yemek artıklarını yiyebileceğini söylediğinde sevinmesi, dokuz yaşındayken ona verilen şapka ve kürekle artık adam yerine konduğunu düşünmesi, terlerinden başka hiçbir değerlerinin olmaması, sahibin kardeşine “Yardımcıların önünde konuşmayalım” dediğinde “Onlar yardımcı değil, sadece mobilya” demesi gibi yalnızca birer cümlelik iç burkan tümcelerle besleyerek, çiftlikteki kölelerin içler acısı halini okura iyice aktarıyor. Daha yumuşak olduğunu sezdiğimiz kardeş Titch’in, Wash’ı yanına uşak olarak alması bu acınası ortamdan kurtulacağı için okuru sevindiriyor. Hikâye asıl bu noktadan sonra başlıyor.

Biraz Jules Vernevari maceralarla, Titch’le çiftlikten kaçtıktan sonra Kuzey Kutbu’na kadar giden ikilinin yolları Kutup’ta ayrılır. Wash, artık kendi başınadır. 1834 yılında Nova Scotia – Kanada’ya gider. İngiltere sömürgelerinde kölelik 1833 yılında kaldırılmış olmasına rağmen siyahilere karşı davranışlarda henüz bir değişiklik olmamıştır. 1836 yılında ise Londra’dadır. Oradan da, Kuzey Kutbu’nda öldüğünü sandığı Titch’in, Fas’ta yaşadığını öğrenince, yolları ayrıldığından beri aklında kalan soruları sormak, onunla yüzleşmek için Fas’a gider.

Romanın ana hattı böyle olmasına rağmen esas hikâye, Wash’ın duygu ve düşüncelerinde ilerliyor. Doğumundan beri köle olan bir insanın kemiklerine kadar işlemiş kölelik ruhunu, değersizlik hissini özgür olsa dahi kolay atamadığını; diğer kölelerle aynı kaderi paylaşırken birden önüne açılan şans kapısından geçerken ve geçtikten sonra dahi hissedilen suçluluk duygusunu; kendini dinlemeye, tanımaya hiç izin verilmemiş, hep bastırılmış bir insanın özgür kaldığında kendini yeni baştan tanımaya ve tanımlamaya çalışmasının yaşattığı inişleri çıkışları; hep üst olarak gördüğü beyazlarla eşit olduğunu kabul etmesinin zorluğunu, kafa karışıklığını, korkularını, endişelerini, şaşkınlıklarını, basit sevinçlerini, Wash’ın düşünce dünyasından okuyoruz. Çocukluğundan beri ezilmişliği, bastırılmışlığı özgür dünyaya adım atarken hep çelme takıyor karakterimize.

Beni en etkileyen soru, üçüncü bölümde Wash’ın melez sevgilisi Tanna’dan geliyor. Titch’e son derece bağlı olan Wash’a, Titch’in onu eşit görüp görmediğini, yoksa sadece amaçları için mi kullandığından emin olup olmadığını soruyor. Eşit görmeyle acıma arasında fark olduğunu anlatıyor. Bu sorunun cevabını bilemiyor Wash. Bilemiyor ama içi içini kemiriyor. Belki bizler de bilemiyoruz, birilerine el uzatırken. Belki Titch de bilmiyordu. Ancak el uzatılanın içinde fırtınalar yaratabilen bir davranış. İstemeden de olsa acırken biraz da üstten bakmıyor muyuz? Bir yandan üzülürken bir yandan da bilinçaltımızda aynı noktada olmadığımız için veya daha üstün olduğumuz için sevinmiyor muyuz? Rahatsız edici sorular bunlar ama kitap da bu soruları sormak istiyor.

Edugyan, Toronto Star’daki röportajında, romanını Andrew Bogle adlı özgür bir kölenin, eskiden yanında çalıştığı Tichborne ailesi tarafından uzun süredir kayıp olan sahibini teşhis etmesi için 1860 yılında İngiltere’den Avustralya’ya gönderilmesi hikâyesinden esinlenerek yazdığını söylerken, kölelik sisteminin her türlü insan ilişkisini ne kadar bozucu ve zarar verici olduğunu göstermek istediğini belirtiyor.

Bu kitabı okurken, bir yandan o şartlar altında yaşayan kölelerin iç dünyasında gezinirken, diğer yandan da emek sömürüsünün doruk noktası “insan sömürüsü” nün, yani bildiğimiz anlamdaki köleliğin kaldırılmış olmasına rağmen, yaşadığımız çağda düşüncelerimizi, hareketlerimizi ketleyen birçok sistemin istem dışı kölesi olduğumuzun farkına vararak, kendi iç dünyamıza ışık tutabiliriz, belki.

Türkçeye henüz hiçbir kitabı çevrilmemiş Esi Edugyan’ın kitaplarının çevrilmesini çok arzu ederim. Sürükleyici, zengin, detaylı betimlemeleriyle okuru hikâyenin içinde hissettiren bu yazarı, eminim Türk okurları da sevecektir.

Esı Edugyan, Washıngton Black, Harper Collins Ltd., Toronto 2018, 417 Sayfa.