Bir gölge oradan oraya yer değiştiriyordu. Orada. Bilinen parçalanmışlık haritalarından çok uzakta. Unutulmuş, küçük bir şehrin patika yollarından saçları rastalı, kulağında küpeleri, kollarında dövmeleriyle, yalın ayak dolaşan bir adam geçiyordu. Bir seyyah misali dünyayı gezinmeye başlayalı hayli zaman olmuştu. Kişisel tarihinin yıkıcı karelerini, olumsuz yüklerini; geçtiği yolların renkli hikâyelerinde unutmak istiyordu. En son Sakince topraklarında gezindi. Oradaki yerlilerin kutsal bereket töreninde sepetlerle sundukları türlü meyvelerden ve sebzelerden yedi. Onların var oluş biçimlerine estetik katan Kelt müziği eşliğindeki ritmik danslarını izledi. Geçtiği her yer, ona başkaca bir zenginlik katıyor ve dünyayı bu şekilde kucakladığını düşünüyordu.

Bir kafileyle beraber büyük ormana doğru yürüdü. Yürürken kaçtığı hayatı, yalancı var oluşları, otomatik zihninin klasik öğretileri arkasından geliyordu. Kendisini aldatmaktan çekinmeyen sevgilisi, ailesinin bitmeyen yüksek beklentileri, küçüklüğünden bu yana abisiyle kıyaslanışı, iş yerindeki hileli oyunlar, dalkavuklukla yükselen samimiyetsiz iş arkadaşları, hepsi bir dram filminin en dokunaklı, aksiyon dolu kısa bir fragmanını anımsatıyordu. Uzaklaştığı can yakan isli gerçekleri, karşıt tepki geliştirdiği her olay bir ejderhaya dönüşüyor ve şu anına yakıcı ateşler atıyordu. Hepsinden kaçtığını zanneden bir metropol kaçkını mı o? Yo, yo! Sosyalliğin zirvesinden yere çakılmış, çakıldığı yerden yeryüzünün varlığını sınayarak kendine yeni bir yön çizen modern bir seyyah o.

Kafilenin ortasına bağdaş kurarak oturdu, ak saçlı Cemre Ana. Yumuşak sesiyle: “Ağaçlar, yaprakları ve kökleri aracılığıyla gönderdikleri kimyasal maddelerle iletişim kuruyorlar. Yanlarındaki kütüğü bile canlı kılan yanındaki ağaçların enerjisidir. Buradaki tazelenme enerjisini tüm duyularında hissetmelisin. Geçmişte insan, ağaçlar gibi toprakla bütün bir şekilde yaşardı. Doğaya kafa tuttukça, bedeninde farklı hastalıklar, benliğinde derin çatışmalar baş gösterdi. Topraklanma sağduyusunu hayatımıza eklemlemeliyiz.” Huşu içindeki kalabalık, ayaklarını toprakla buluşturdu. Bilge kadın kalın kaplı masal kitabının sayfalarını çevirdi. Acemi kuşla yaşlı kayın ağacının masalını okumaya başladı:

“Parça parça öbeklenmiş, sarı ışığı kuşanmış beyaz bulutlar durmadan dönüyordu. Kahverengi kiremitli çatıların üstünde geziniyordu küçük bir kuş. Bulutlara kendi içinden hikâyeler uyduruyordu. Hikâyesinde bazen müzminleşmiş bir yalnızlık taşıyıcısı oluyordu, bazen de başka bulutların dünyalarında kendi dünyasını eriten duru su damlalarıyla oynaşan kıpraşık bir çocuk oluyordu. Bu baştankara kuşu, fırtınalardan kaçmak için göğün en alt tabakasında geziniyordu. Korkunç gök gürültülerinden kaçan mavi bir iz sürücüydü o. İz sürücülerin peşinden karanlık güçler eksik olmazdı. Gökyüzünde şimşeklerin çaktığını, amansız sağanakların çıkacağını, değişkenliğin sıradanlaştığını, gece ile gündüzün durmadan yer değiştirdiğini biliyor bilmesine ama kaçmak istiyor. İçinde bir huzursuzluk peyda olmuş, yerinde duramıyor.

Günler öncesinde, güçlü dallarıyla göğe doğru uzanan yaşlı bir kayın ağacını arkadaş bellemişti kendine. Konuşur dururlardı sabahtan akşama kadar. O sıralarda zaman ibresini tutamaz, günler akışını söylemezdi. İçini dökmek isteyen acemi bir kuş ve heybetli bir kayın ağacı. Onun adı yaşam ağacıydı, yeryüzü ile gökyüzü arasında adeta bir payanda olan, kutsal bir ağaç. Usul usul kendini dinlerken bir anda acemi kuş seslendi ona:

Acını hiç kimseye söylemeden onu kendi içinde yaşamak zorunda kaldın mı?” diye sordu bilge ağaca.

Kayın, “Büyüdükçe köklerimle toprağa çektirdiğim acıdan habersiz gibi konuşuyorsun. Toprağın altında büyürken, oraya kök salarken ben de acı çekiyorum, toprağı da acıtıyorum. Yıllarca öyle dik durmak da kolay değil her mevsimin ne getireceği belli olmuyor. Fırtınalar, kundaklanmalar, yağmalamalar, yağmurlar, karlar hiç dinmiyor. Ama biz ağaçlar eğilmektense, nasıl daha iyi kök salarız diye düşünürüz. Varlığımız bunu gerektirir.”

Hüzünlü baştankara kuşu, “O zaman bir acıyı, uluorta yaşamanın bir rahatlık olduğunu bilmelisin. Acısını saklayarak yaşamak zorunda kalanlar da var. Benim gibi içinde seni parça parça bitiren, ölü bir kırlangıç taşımıyorsun. Kanatlarımda geçmeyen bir ağrıyla rengim soluyor.”

Düşüncelere dalan ağaç, “Ölü bir kırlangıç mı?”

Acemi kuş, “Sıcak ülkelere, göçmenliğe tutkun bir kırlangıç. Senden önce en yakın arkadaşım oydu. Yaşadıklarını kendi içinde çok anlamlandırma derdi. Sadece yaşa ve keyif al. Hatta bir kere bana, her yaşadığını lirik bir alfabeyle okumayı kim öğretti sana? diye sormuştu. Gülmüştüm. Beni güldüren bir kırlangıçtı, sonra öldü ve beni artık duymuyor.”

Dallarına tüneyen asi rüzgârın gücü dindikten sonra kayın, “O ölü kırlangıcı düşünerek kendi içinde yeniden canlandıran sensin. Canlandıracağın şey, umutların olmalı ya da yakınında yaşam ihtimali olanlar. İçine attıklarını anlat, dinlerim. Ağaçlar dinlemeyi, dinlendirmeyi sever bilirsin. Bana fısıldanan ne sırlar biliyorum. Onunla yaşadığın güzel anlar varmış, onları düşün ve ona dua et.” dedi.

Üzgün kuş, “Eksikliklerle, yitiklerle yaşamayı öğrenmek zaman alıyor.”

Ağaç, “Bana kalırsa, tüm hayıflanmaların kaynağı, her şeyi çok fazla sahiplenme duygusuyla ilgili. Yaşadıklarını çok sahiplenirsen onlardan kopman zor olur. Serbest bırak duygularını ve yaşadıklarını… Yalnızca tanık ol.”

Kuş kanatlandı, ulu ağacın başka bir dalına sekti: “Yaşamın akışını sahiplenmekten çok ona ışığın rengiyle tanık olmak, gerçekliğin dönüşebileceğini unutmamak… Evet, böylesi daha berrak gözüküyor. Yitirdikçe, kayıplara alıştıkça büyüyorum gibi geliyor.”

Kayın, “Şifalanıyorsun, yaşadıkça şifalanma devam eder. Sen iyimser bir kuş olursan ve içinde yenilenmeyi bilen sevgiyi güçlü kılarsan çevrendekiler bunu hisseder. Başka arkadaşların da olur. Ama yalnızlık hissinin peşine düşersen oradan asla çıkamazsın. Yalnız değilsin ki, çevrende arkadaşların var, ben varım. Dallarıma tüneyen şakırdayan kuşlarım, baharda açan çiçeklerim var. Her sabahın coşkusu başkadır, sana armağan edeceği hikâyesi özeldir unutma.”

Acemi kuş iç geçirerek sustu, gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Kadim kayın ağacının en güçlü dallarıyla yakınlaştı, kanatlarıyla onun gövdesine dokundu. Güz rüzgârı dallarda kalan son kurumuş yaprakları savurdu başka yerlere… “

 

Cemre Ana kitabı kapattı. O kayın ağacının enerjisine uyumlanmak için gözlerini yumdu. Derin nefes egzersizlerinden sonra bir şarkı tutturdu: Güneşten ışınlar düşüyor, deniz canlandırıcı etkisini bağışlamak için bizi çağırıyor, vadi çağırıyor, yalnız olmadığını gör, ormandaki saf tazelenme enerjisini hisset…

Yıllarca bir şeyleri ümit etmekten helak olmuş genç adam, bu mistik havada hafiflediğini hissetti. Sınırlı dünyasındaki belirsiz sürüklenmelerden çok uzakta, benliğini içsel zenginliğe çağıran başka bir dünyaya varmıştı. Sakince yerlileri gibi, toprağı işleyerek, küçük bir bungalovda yaşama fikri dalgalanıp durdu belleğinde. Yıllarca bir yerde, bir insanda kökleşemeyenler başka bir toprakta yeniden başlayabilirler, diye düşündü.