Müzik ve Dans
Kâh Durgun, Dingin, Kâh Doludizgin…

“Zil, şal ve gül. 
Bu bahçede raksın bütün hızı. 
Şevk akşamında Endülüs, üç def’ kırmızı… 
Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir. 
İspanya neş’esiyle, bu akşam bu zildedir.
(…)” 
Yahya Kemal Beyatlı

Yahya Kemal’in Endülüs’te Raks şiirinin lise yıllarından zihnime kazınmış dizeleri miydi, “Sözcüklerin cinsiyeti olsa, ‘müzik’ ve ‘dans’ kelimeleri dişil olurdu” diye düşündüren, yoksa Yunan mitolojisindeki dokuz esin perisi mi, bilmiyorum. Öyle ya, Türkçemizde, İspanyolcada ve diğer Roman dillerinde olduğu gibi kelimelerin –cins isimlerin– dişil eril ayrımı yok. Ben bu ayrımla, İspanyolcaya merak salıp bu dili öğrenmeye başladığımda karşılaşacaktım yıllar yıllar sonra… Müzik ve dans sözcüklerinin ‘la musica’ ve ‘la danza’  İspanyolca karşılıklarıyla birlikte ‘dişil’ isimler olduklarını öğrendiğimdeyse, hiç şaşırmayacaktım.

Müzik kelimesinin kökeni Yunan mitolojisindeki dokuz esin perisine dayanıyor. ‘Mousa’ (müz ya da mus) denilen bu periler söylenceye göre, kırlarda, ağaçlık alanlarda şarkı söyleyip çalgılar çalarak dans ederler, çevrelerine mutluluk ve esenlik verirlermiş. Yunancada ‘mousa’ kelimesi ve konuşulan dil anlamına gelen ‘-ike’ ekinin birleşmesiyle türetilen, ‘perilerin konuştuğu dil’ anlamındaki ‘mousikí’ sözcüğü, dünyadaki pek çok dilde benzer fonetik yapıyla kendine yer bulmuş. İster eril olsun ister dişil, ‘müzik ve dans’ ikilisinin ilk anda uyandırdığı mutluluk ve esenlik çağrışımlarını, bu mitolojik geçmişten hücrelerimize kodlanagelmiş sezgisel mirasa, perilerin ruhumuza fısıldadığı, içimize serpelediği sihirli dürtüye borçluyuz belki de, kim bilir. Mitoloji bir yana, güncel anlamda müzik, insanın anlattığı bir şey. İnsanın duygu ve düşüncelerini ses aracılığıyla yansıtması, anlatması. Tarih boyunca insanı rahatlatan ve iletişimi sağlayan pratik bir uğraş olmuş. Günümüzde “evrensel dil” olarak betimlenmekte ve bu tanımı da hak ediyor bence. Öyle bir lisan ki müzik, başka bir dile tercüme etmek gerekmiyor.  Çünkü müziğin taşımaya aracı olduğu tüm duygular, insana ait. Neşenin ya da hüznün, çoşkunun ya da kederin adı her dilde farklı farklı da olsa insana hissettirdikleri aynı. Gülün adı değişse misal, başka türlü kokar mı? Tüm bu duygu hallerinin hissiyatı, farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde ve içinde yaşanılan farklı dönemlerde, değişmiyor. İşte müziğin evrensel bir dil oluşu da burdan geliyor. Müzik, insana dair tüm duyguları taşımaya aracı olabildiği gibi, söylenemeyen ve hakkında sessiz kalmanın imkânsız olduğu şeyleri de ifade eden bir dil aynı zamanda…

Ve dans.. önce danstan söz etmek lazım belki de. Çünkü dans, her türlü uygarlıktan önce doğmuş. Homeros’un M.Ö. 8. yüzyılda söylediği gibi: “Önce dans vardı”. İnsanlar duygularını düşüncelerini sözle anlatmadan önce dans etmişler. Bugünkü anlamda müzik sayılmasa da, kimi zaman kemik ya da taşları bir yerlere vurarak, bazen doğadaki sesleri taklit ederken çıkardıkları gırtlak tınılarıyla, çoğu zaman da ellerini ve ayaklarını kullanarak oluşturdukları ses ve ritim, danslarının ayrılmaz bir parçası olmuş. Ne kadar ilkel olursa olsun bu, müziğin doğuşu,  daha doğrusu insanlığın müziği keşfi aslında. Çünkü müzik ya da musiki –en genel tanımıyla- sesin, biçim ve anlamlı titreşimler kazanmış hâli. İlkel insana göre ritim, bir çeşit dildi. Günlük yaşamın ayrıntıları, avcılık, vahşî hayvanlarla mücadele, savaş, hasat, iklim, mevsim dönümleri, hayat, ölüm, sevinç, keder-…- hepsi ritmik hareketlerle yani danslarla ifade edilirdi. Yüzyıllar geçtikçe insanoğlunun dans etme nedenleriyle birlikte dansların biçimi, türü, niteliği de değişti. Duyguyla düşünceyi hareket diliyle ve beden diliyle ileten dans, zaman içinde yaratıcı ve estetik bir görsellik kazandı, bir sanat dalı oldu. Değişmeyense, ilkçağlardan günümüze kadar gelen dansın, içinde yaşanılan dönemde, coğrafyada ve kültürde, hayatın bir prototipi olmayı sürdürmesi; neşe, sevinç, çoşku, heyecan, aşk, tutku gibi duygu halleri kadar, hüzün, özlem, öfke, acı, keder, korku, endişe gibi duyguların ve daha fazlasının -hayatın içinde olduğu gibi- hem müziğin hem de dansın içinde her zaman kendine bir yer bulmuş olması.

Müzik ve sanat tarihçileri, toplumbilimciler, antropologlar ve benzeri araştırmacılar tarafından, neredeyse insanlığın var oluşundan bu yana varlığı kabul edilen iki ifade biçimi, iki dil: Müzik ve Dans. Gerçek anlamı bir yana, metaforik anlamıyla da: “İnsan(lık) var oldukça bu ikisi de mevcudiyetini sürdürecek, müzik susmayacak, dans durmayacak…” demek fazla mı iddialı olur? Hiç sanmıyorum. Çünkü ben de Aslı Erdoğan’a katılıyorum: Yaşamaya katlanabilmenin bazı koşulları var: Okumak, öykü yazmak, müzik dinlemek –belki de bestelemek, bir enstrüman çalmak– şarkı söylemek, arada bir –bence çokça– dans etmek, sokaklarda başıboş dolaşmak gibi…

Biz de bu sayımızda öykülerimiz aracılığıyla “Müzik susmasın, dans durmasın” dedik.
Okuyalım o zaman.