Oysa hayatı bir oyun gibi yaşayabilirdik… Yok, öyle ‘hayat tiyatro sahnesi, bizler oyuncu’ misali değil. Çocukların oynadığı gibi; misket, beş taş, saklambaç, yakan top vesaire oynar gibi… Tatlı bir rekabet içinde, kurallara uyarak, arada mızıldanarak, bazen kavga ederek ama çokça gülerek, eğlenerek. Oyun bitip eve döndüğümüzde yaralı dizlerimize pansuman yapacak, şikâyetlerimizi sabırla dinleyecek, sevincimize ortak olacak anne babalarımızın varlığı içimizi ısıtabilirdi. On yaşımda, o lanet gün, sokakta oynuyor olsaydım ve saçımı bir arkadaşım çekseydi, teselli eden ailem olabilirdi tabii. Saçımı çeken babam mıydı, devlet baba mıydı? Bilmem ama arkadaşlarımdan biri olmadığı kesin… Karakolda çatık kaşlı komiserin babama çocuk yetiştirme konusunda çektiği söylevden sonra yol boyu hiç konuşmadan eve gelişimiz… Annemin korku, hayret dolu bakışlarla ne olduğunu anlamaya çalışması, babamın saçıma yapışan eli… “Kim yıkadı senin beynini böyle? haa! Ne demek kapıların altından pusula atmak, sana mı kaldı elin komünistlerini kurtarmak? Yok, sana okul mokul!” Benden beş yaş büyük abimin “oh olsun” bakışları. Acıyor baba, aklıma geldikçe, hâlâ acıyor saç diplerim… Beyin yıkamak neydi bilmiyordum, komünizm neydi bilmiyordum, onlar komünist miydi? Bilmiyordum. Ben sadece ölmesinler istemiştim. Yaşasınlar… Çok değil on yıl önce, benim doğduğum günü Hürriyet ve Anayasa Bayramı ilan eden askerlere karşı sen de başkalarının asılmasını önlemek için çabalamışsın, hem onu, hem de o gün için, “bugünü bayram kılan sadece kızımın doğumudur” dediğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Ne kadar özene bezene yazmıştım ben o pusulalara “Denizleri asmayın” diye ve nasıl safça işe yarayacağını düşünmüştüm.
“Bu kız çileden çıktı, okula gitmeyecek artık. Senin yanından ayrılmayacak, ev işi öğret buna, dikiş nakış öğret, vakti gelsin hemen evlendireceğim! Anladın mı? Bak sonu kötü olur sonra!”
Rüya olsun istemiştim, rüya bile olamayacak kadar korkunç olsa da duyduklarım. Anneannem geldi aklıma, yün çilesini koluma dolayışı, bir yandan masal anlatıp, bir yandan hızlı hızlı sararak çileyi yumak haline getirmesi, yorulan kollarıma rağmen aldığım keyif… Arada çileden çıkanlar olduğunda tekrar koluma geçirmesi, yani hizaya sokması. Şimdi çileden çıkan bendim, babam ve devlet baba elbirliğiyle beni hizaya sokacaktı… Annem, bir yıl boyunca bir yandan bana gizli gizli kitap taşıyan, okulda öğrenmem gereken şeyleri öğretip, bir yandan babama sürekli benim ne kadar akıllandığımı, pişman olduğumu anlatan, onu yumuşatmaya çalışan annem. “Merak etme, sen her ne pahasına olursa olsun okuyacaksın” diye fısıldayışların hâlâ kulaklarımda… Bir yıl sonra mimli bir öğrenci olarak okula tekrar başlayışım… Şu hayatta bir tek sana borçluyum anne, bir tek sana… Abim ve babamla hep ayrı kamplarda olduk. Onlara karşı biz; ya da bize karşı onlar… Biz hep suçlandık, vatan hainliğiyle, dinsizlikle, komünistlikle. Evdeki kutuplaşma sokakta da devam ediyordu o günlerde. Toplum da kamplara bölünmüştü. Kimse kimseyi dinlemiyor, anlamaya çalışmıyordu. Üniversiteli gençler, kurtarılmış bölgelerde tedirgin dolaşıyordu. Epeyi zamandır televizyon vardı hayatımızda ve her haber bülteninde öldürülen gençlerin listesi veriliyordu. İsimler önemli değildi kimilerince, sağcı ya da solcu olmalarıydı ön planda olan… Bense sol fraksiyonların birbiriyle çatıştığı bir üniversiteyi kazanmış, evden ayrılmış, arada annemden para desteği alarak, ne bulursam okuyarak olayların içinde çok aktif yer almadan yaşıyordum. Ahmet bir rüzgâr gibi girdi hayatıma, önce devrim nikâhı kıydık aramızda, sonra belediye nikâhı. Babam ve ağabeyim tümden reddetmişti beni artık. Annem arada gizli gizli ziyaretimize geliyordu. Okulun arkasındaki gecekondulardan birine yerleşmiştik. Evimiz bir eğitim yuvası gibiydi, giren çıkanın belli olmadığı. Ahmet benim her şeyimdi; çok okuyan, çok düşünen, çok çalışan, kendisini tek başına yetiştiren, annesine, doğduğu topraklara âşık… Onun sesinden, bakışından, tanıdım, sevdim Karadeniz’i ben. Bir gecede değiştikten sonra hayatlarımız, belki de o yüzden rahatlıkla gidip insafına ve şefkatine sığındım o yörenin ve insanlarının…
Devlet çileden çıkanları hizaya sokmaya karar vermişti bir kez daha. Bu kez arananlar listesindeydi adım. Ahmet liste başıydı. İlginç olan ağabeyim de aynı listede yer alıyordu. Çok sürmedi, hepimiz alındık tek tek. Kimileri ortadan kayboldu, kimileri yurtdışına kaçmayı başardı, kimileri için hapishanede intihar etti dendi, kimileri asıldı sırayla, bir sağdan, bir soldan… Ağabeyim de onlar arasındaydı. Hiç “bir” olamamıştık onla, hiç sevgi dolu anlar biriktirmemiştik, hiç kucaklaşmamıştık; aynı anne-babaya sahip iki yabancıydık biz. İçim cız etti, birlikte yapamadığımız her şey için ağladım duyduğumda. Ahmet’in işkencede öldüğünü hapishane koridorlarında arkamda kan izleri bırakarak sürüklenirken kim fısıldadı kulağıma bilmiyorum. İnanmadım, keşke inansaydım, belki o zaman dayanma gücüm yok olur, ben de giderdim ardından. Buradan kurtulacaktık, buluşacaktık onunla. Karnımdaki üç aylık bebeğimin katillerinden birlikte hesap soracaktık… Nerden bilebilirdim? Çıktığımda değil hesap sormak, konuşmaya mecalimin kalmayacağını. Ölünce insanın ruhu özgür kalırmış, hapisten çıkınca sadece bedeni… Ruhumu, Ahmet’i, ağabeyimi, anneliğimi, insanlığa inancımı, yaşama sevincimi demir parmaklıklar ardında bırakıp, kırık kalbimi, kırk üç kilo kalmış bedenimi alıp, kırk bir numaraya çıkmış ayaklarımı sürüye sürüye, gidecek başka yerim olmadığından, bir de ana kokusuna hasretliğimden baba evinin yolunu tuttum. Onlardan haber almak için önce apartman görevlimizi “ben” olduğuma ikna etmem gerekti. Annemi ağabeyimin ölümünden iki ay sonra defnetmişler. Babamsa başka şehre göçmüş. Beni soranlara “doğduğu güne lanet olsun!” demiş. Ne fark eder? Hem artık doğduğum gün resmen bayram olmaktan da çıkmıştı. Tam isabet yani, generaller ve babam hemfikir, benim doğduğum gün bayram değil…
İnsafına ve şefkatine güvendiğim eller hemen kucak açmadı bana. Ben gittim, ardımdan namım geldi. Azılı komünist… Yetmiş yaşındaki Fatma Ana evini açtı ama kucağını açmadı. Sanırım Ahmet’in ölümünden beni de sorumlu tuttu bir parça. Ölene kadar sadece Ahmet’le ilgili konuştu benimle, onunla ilgili sorular sordu, bir kez bile yüzüme bakmadı. Ölmeden önce bu evde yaşamaya devam etmemi istedi. Ocak bir süre daha tütsün diye…
Hâlâ tütüyor o ocak, kışları sadece yaşlı insanların kaldığı bu dağ köyünde yaşayanlarla mesafeli bir yakınlığımız var. Ben genelde dinleyen, yardım eden, sorun çözen tarafım. Kimse ağzımdan kendiliğinden çıkmış bir cümle duymamıştır henüz. Soruya cevap veririm, soru sormam, kendiliğimden sohbet açmam… Beni herkesten önce kabul eden, köye geldiğim günün sabahı kapımıza dayanan, adını Zımba koyduğum candan başka kimse bilmez içimi. Babam beni arayıp bulup, “çok hastayım, gel görüşelim” dediğinde, o gördü gözyaşlarımı, o duydu küfürlerimi. Babam, annemi ağabeyimle aynı mezarlığa gömdürmemiş, yemin ettim ben de onu annemin ya da ağabeyimin yanına gömdürmeyeceğim. Yeminimi bir tek Zımba biliyor. Benim şu hayatta bir tek sana borcum var annem, nasıl öderim? Bilmiyorum…
Şimdi ülkemin şehirlerinin başına gidiyorum. Babamın ölüm haberi geldi dün, ona ülkemin şehirlerinin başının bir kazasında mezar yeri hazırlattım. Orada yatacak hak ettiği gibi, yalnız. Ben önce Karşıyaka Mezarlığı’na sonra Cebeci Mezarlığı’na gideceğim, ağabeyimi ve annemi ziyaret edeceğim. Yaşadığım köye en yakın havaalanında uçağımı beklerken koltuğumun yanında buldum kâğıt kalemi. Sanki biri oraya benim için bırakmış. Otuz küsur sene sonra benliğimi alan bu şehre giderken sanki ilâhi bir güç bana yardım etmek istedi, elime aldım ve bırakamadım bu ikiliyi. Ülkemin şehirlerinin başının havaalanından merkeze giderken gördüğüm yerler benim bıraktığım yerler değildi. Bizim eğitim çalışmaları yaptığımız gecekondular yıkılmış, yerine koruma duvarları içinde siteler yapılmıştı. Muhtemelen bizim dertlenerek rehberlik etmeye, yardım etmeye çalıştığımız insanlar artık bu evlerde oturuyordu. Anladım ki bu şehirde benden, bizden en ufak bir iz bile kalmamış. Sevineyim mi, üzüleyim mi? Bilemedim… Akşam olsa da dönsem köyüme…
Bir hafta olmuş yukarıdaki satırları yazalı… Dönüşte Zımba’ya anlatacağım, ne de olsa şu hayatta hesap vereceğim tek canlı o. Diyeceğim ki; ya hayatta borçlu olduğum tek insan, yaşarken bizi bir türlü bir araya getirmeyen hayata ve belki de babama rağmen mezarlarımızın bir arada olmasını tercih ediyorsa… Artık üçü bir aradalar, yan yana yatıyorlar! Dördüncü yer? O da onların yanında, hazır!