Son zamanlarda bana karşı davranışları değişti sanki. Şikâyet eder gibi bir halleri var. Arada
bir söyleniyorlar, ama ortaya. Neymiş efendim yaşlanmışım, nereyi bulursam orada
yatıyormuşum, tüylerim dökülüyormuş, falan filan. Artık ihtiyarladın, bakımın zorlaştı, bize
külfet olmaya başladın, biz de ihtiyarladık desenize, yüzüme karşı. Onu da diyemiyorlar. On
üç yıldır beraberiz. Artık yeter. Benim de bir gururum var. Onları terk etmeye kararlıyım.
Aslında onlara da hak veriyorum. Doğru, bakımım zorlaştı. Tembelleştim biraz. Yerimden
kalkmaz oldum. Yıllar geçiyor tabii.
Bahar geliyor. Kaç zamandır yukarıdan gelen sesler içimi bir hoş ediyor. Gitmeden önce son
bir şenlik olsun diye çatıya çıkmaya karar verdim. Tavan arasındaki kapı kilitliydi,
açamadım. Aşağıya indim. Balkondan çatıya tırmanayım, dedim. Üçüncü sıçrayışta pençemi
kaplamaya geçirdim. Lakin ağırlaştığım için kendimi yukarı çekemedim. Düşmemek için
sıkıca tutunmama rağmen kaydım. Sağ patimin iki tırnağı kırıldı. Can acısıyla bağırarak
gerisin geri balkona düştüm. Allah’tan bir yerime bir şey olmadı. Ne de olsa dokuz canlıyız
ya. Baktım, kanıyor. Hemen patimi yaladım. Kısa sürede kanama durdu. Vaz geçtim.
Topallayarak mutfağa gittim. Karnım acıkmıştı. Bir şeyler atıştırıp sonra da çekip
gidecektim. Mama tabağım ortalıkta yoktu. Dolabın kapağını açayım dedim, patimdeki acı
yüreğime çöktü. Lanet olsun deyip midem guruldayarak, vedalaşmadan evden ayrıldım.
Artık tek başınaydım.
Hiç arkama bakmadım. Onun beni gözlediğini biliyordum. Eğer geri dönüp bakarsam onu
terk edemeyebilirdim. Fakat bunu istemiyordum. Çünkü artık o evde kalamazdım. Gururum
yeterince incinmişti. Fazlasına tahammül edemezdim. Acı, tatlı hatıralarla dolu günler geride
kalmıştı. Aslında bu güne kadar çok kötü bir yaşantım olmamıştı. Beni kaşındıran davetsiz
misafirler üzerime yerleşene, bunlardan kurtulmak isteyen kâhya kadının beni sadece gündüz
değil geceleri de bahçeye salana kadar iyi kötü yaşayıp gidiyordum. Buna, daha sonra gelen
yeni kâhya kadının beni sevmemesi de eklenince sonum belli olmuştu. Aslında gözlüklü
sahibimden bir şikâyetim yoktu, beni seviyordu. Bunu biliyorum. İnsanların bazıları niçin
hayvanları, özellikle kedileri sevmezler. Anlamak mümkün değil. Hâlbuki hiç zararımız yok
onlara. Sesimiz çıkmaz köpekler gibi. Bakımlı ve temiz bir görünümümüz var. Sakiniz.
Varlığımızla yokluğumuz bir yaratıklarız. Aslında bizler de türlü çeşitliyiz. İnsanlarla haşir
neşir olunca onlara çekmemiz kaçınılmaz. Onlar gibi hırsız, huysuz ve arsız olanlarımız var.
Neyse o günler geride kaldı. Şimdi, bundan sonraki yaşantım için önüme bakma zamanıdır.
Bir tarafı deniz, diğer tarafı arabaların vızır vızır geçtiği bu yol nereye gidiyor acaba? Çok
geceler sokakta kaldım ama, hiç bu kadar uzaklaşmamıştım evden. Yoksa yolun öteki
tarafında mı yürüseydim? Önce bu yönde şansımızı deneyelim. Çıktık bir kere yola, kediler
tanrısı yardımcım olsun. Sahi biz kedileri koruyan bir tanrı var mı? Önceki kâhya kadının
soğuk kış günlerinde, kurda kuşa acı ya rabbim diye dua ettiğini hatırlıyorum. Adımızı
söylemedi ama herhalde biz de bu canlıların arasına giriyoruz. O halde tüm canlıları, bu arada
biz kedileri de koruyup kollayan aynı tanrı olmalı. Sanırım öyle. Eğer öyleyse, kâhya kadının
ettiği duada niye bizim adımız yok?
Hava iyice karardı. Dikkatli yürümeliyim. Karnım da iyice acıktı. İleride bir kalabalık var.
Biraz ilerleyelim, belki oradan bize bir nevale çıkar. Deniz kenarındaki adamlara iyice
yaklaştım. Ellerindeki sopaları denize doğru sallıyorlar. Sopaların ucundan bir ip sarkıyor
denize doğru. Burnuma tanıdık bir koku gelmeye başladı. Bu, balık kokusu, hemen tanıdım.
Bu adamlar balık tutuyorlar. Bir kenarda kimseye görünmeden sessizce beklemeliyim. Belki
beni fark edip bir – iki balık atarlar önüme. Yerler de toz toprak içinde ama idare edeceğiz
artık. Nerede sahibimin evindeki temiz yemek kapları.
Karnım aç ya, zaman geçmek bilmiyor. Daha yeni geldin, acelen ne, biraz bekle bakalım.
İşte biri oltasını çekiyor. Denizden çıkardığı oltanın ucunda üç tane balık çırpınıyor. Oltanın
sopasını bacaklarının arasına sıkıştırıp tuttuğu balıkları minik çengellerden çıkardı ve
yanındaki su dolu kovaya attı. Yalandım ama boşuna. Onun yanındaki balıkçı da oltasını
çekti ama bir şey tutamamıştı. Islık gibi bir sesle küfür etti. Oltasını öfkeli bir şekilde yeniden
denize fırlattı. Az kalsın oltayı denize fırlatırken ipin ucundaki çengellerden biri kuyruğuma
takılacaktı. Nasıl sıçradım yan tarafa Allah bilir. Yüreğim ağzıma geldi. Yüzme bilmiyorum
ki. Biraz daha beklemeye karar verdim. Baktım olmuyor biraz daha ilerde kısmetimi ararım.
Karnımın gurultusunu dinleyerek bekledim. Hayır, burada ümit yok. O zaman ilerleyelim
bakalım kısmetimize ne çıkacak? Gözlerim hâlâ keskin, evet gördüm, az ileride bir balıkçı
var. Yaklaşınca ihtiyar biri olduğunu gördüm. Kalabalıktan ayrı, uzakta bir başına balık
tutuyor. İyice yaklaşınca kovasından gelen şıpırtıları duydum. Şansım varmış, kova balık
dolu. İhtiyar tüm dikkatini oltasına ve karanlık sulara vermişti. Geldiğimi duymamıştı. Zaten
biz kedilerin ayak seslerini kim duyabilir ki ? Kendi kendine bir şeyler söylüyor, ne dediği
anlaşılmıyor. Homurdanıyor. Arkası bana dönük, gözleri karanlık denizdeki oltasında.
Yavaşça yaklaşmalı, kovanın içine bakmalı ve bir pati darbesiyle balık aşırmalı diye
düşündüm. Aslında böyle bir aşırma bana göre değil. Hayatımda hiçbir şey aşırmadım. Hep
önüme kondu yiyeceklerim. Şu anda bunu düşünecek halde değilim, karnım zil çalıyor. Bu
söylemi insanlardan öğrendim. Mevcut durumumu açıklıyor sanırım. Yaklaştım, kovanın
içine baktım, balık dolu. Şansım yaver gidiyordu. Bu arada bir şey dikkatimi çekti. Daha
önce fark etmemiştim. Kovanın önünde, yerde bir tahta var. Bizim kâhya kadının ekmek
kestiği tahtaya benziyor. Tahtanın üzerinde bir bıçak ve yarısı kesilmiş bir balık var. İhtiyar
burada yem hazırlıyor anlaşılan. Patimi kovanın kenarından indirdim. Üzerinde yarım balık
olan tahtaya yöneldim. Patimi uzattım, tam yarım balığı alacaktım ki, ihtiyar benim varlığımı
hissetmiş olacak ki aniden döndü, “seni lanet olası hırsız kedi” diyerek bir tekme savurdu.
Yol kenarındaki ağacın altına zor attım kendimi. Fakat bu arada, beni mutlu eden, onu ise
öfkelendiren bir şey oldu. Savurduğu tekme bana isabet etmemişti. Lakin içi balık dolu kova
bana atmak istediği tekmeyle devrilmiş, balıklar etrafa saçılmıştı. İhtiyardan korkmama
karşın önüme doğru gelen balıklardan birini kapmak için cesaretle ileri doğru bir adım attım.
İhtiyar beni gördü, sinirli bir ses tonuyla “sen hâlâ burada mısın” diyerek bir daha tekme
savurdu. Bu arada ben balığı kapmıştım ama tekmeyi de belime yemiştim. Sırtımdaki acıdan
gözlerimden yaşlar boşaldı. Canım çok yanıyordu. Ağzımda balık, can havliyle kaçtım.
İhtiyarın arkamdan “kahrolası” diye öfkeyle bağırdığını duyuyordum. Hiç olmazsa bu gece
aç uyumayacaktım. Oldukça uzaktaki bir ağacın altında balığı yerken tekmenin acısını
hissetmeye başladım. Kendimi yokladım, sağ arka bacağım ve sırtım ağrıyordu. Telaşla
kaptığım balık pek büyük değildi. Karnım tam doymayacaktı. Kısmet dedim ve hiç yoktan
iyidir diye düşünerek balığı yedim. Oturduğum yerden kalkarken sırtımın aşağı tarafındaki
ağrı iyice kendini belli etti. Ne vardı diye söylendim, bir balık da bana versen karnımı
doyursam, sana dua etsem. Bak, beni kovalarken kovan devrildi, tuttuğun balıklar etrafa
saçıldı. Belki başka kediler de kapmış birer tane. Oh olsun sana, inatçı ihtiyar dedim. İnsan
paylaşmasını bilmeli ki başına böyle şeyler gelmesin. Belki ders olur, ama hiç sanmam.
Ağzımı sildim, patilerimi temizledim. Yürürken ağrım daha da artıyordu. Adeta
topallıyordum. Artık koşmama gerek yoktu. İhtiyardan iyice uzaklaşmıştım. Eğer arkamdan
gelseydi, asla kaçamaz, bir tekme daha yerdim.
Yolun devamındaki dönemeçte sert bir rüzgârla karşılaştım. Tüylerim uçuşmaya başladı.
Hem sırtımdaki ağrı hem de rüzgâr yürümemi zorlaştırıyordu. Biraz dinlenmek için durdum.
Bu sırada gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başladı. Az sonra müthiş bir sağanak bastırdı.
Bir ağacın altına sığındım. Burası yağmur tutmuyordu. Bir süre sonra korkuyla irkildim.
İnsanlar konuşurken duymuştum. Şimşek ve gök gürültüsüyle aniden bastıran sağanak
yağmurlarda ağaçlara yıldırım düşermiş. Hemen çıktım oradan. Yağmur daha da hızlanmıştı.
Uzun tüylerim demetler halinde birbirlerine yapışmaya başladı. Tüy demetlerinin arasından
tenime değen soğuk rüzgâr içimi titretti. Yolun karşısına baktım. Gördüğüm büyük binanın
saçak altı kuru görünüyordu. Karşıya geçmek amacıyla araba yoluna yaklaştım. O sırada
hızla geçen otomobilin sıçrattığı yağmur birikintisiyle sucuk gibi ıslandım. Geri çekildim
ama nafile. Ağrımı unutmuştum, tir tir titriyordum. Bir an önce karşıya geçmeliydim. Sağa
sola baktım, trafik daha da yoğunlaşmıştı sanki. Farların ışığı gözümü alıyor, önümü iyi
göremiyordum. Uygun bir an kolluyordum. Yola iyice yaklaştığım için bir kez daha
otomobilin sıçrattığı suyla yeniden tepeden tırnağa ıslandım. Artık üşümeyi de unutmuştum.
Bir an önce karşı tarafa geçmekten başka bir şey düşünmüyordum. Rüzgâr hızını iyice
artırmıştı. Gözlerimi kırpıştırarak iki tarafa son bir defa baktım. Evet, tam zamanıydı, yol
tenha görünüyordu. Karşıya geçmek üzere arka ayaklarımdan kuvvet alıp atıldım. Sırtımdaki
ağrı yüreğime çöktü. Fakat geri dönüş yoktu. Son gördüğüm kör edercesine gözlerime gelen
far ışığı oldu. Son işittiğimse acı bir fren sesi.
Caddeyi geçebilirsem, yarın gece kutlamak için karşı evin çatısına çıkıp şansımı
deneyecektim. Yola atıldığımda aklımdan geçen buydu.