Akşam saatinde, bu caddede taşıtlar milim milim ilerlerdi. Kaderine teslim oldu. Bekleyecekti. Gözleri sıkıntıyla oyalanacak bir şeyler aradı. Sol tarafında boydan boya uzanan ilanlara daldı “Tarlabaşı Küllerinden Yeniden Doğuyor.” Çocukluğunu anımsadı.

Kaç yaşındasındır şimdi? Benden yedi-sekiz yaş kadar küçük olduğuna göre… 

Gözlerin ne kadar iriydi. Ne kadar siyahtı, simsiyah.

O gün bizim evde ne işin vardı? Tombul, sıcak elini tutmuştum. “Annemi çok seviyorum” demiştin. Böyle mi demişti? Geçmiş zaman, anımsamıyorum ki… İri, hülyalı gözlerin simsiyahtı. Adı neydi? Melek miydi adı? Her şey silinmiş, Melek’ti evet.

Babaannenin adı Helenka idi. Bak onu unutmamışım. Ev sahibimiz madam, 90 yaşında mıydı, 100, belki 200… Helenka ona bakıcılık ederdi. 

Helenka’nın üzerinde hep yas rengi giysiler. Senin gözlerin gibi…  Kırçıllı gri saçları ensesinde, kuruluktan hışırdayan elleriyle dizlerini ovalarken caddeye bakardı. Gülmeden güler gibi duran ağzıyla, hayatın yüzüne yapıştırdığı ifadesizlikle bakardı. Akşamüstleri bakışlarındaki keder artar, Haliç bu kederden utanıp pembeleşirdi.

 

Babanı da cumbada oturduğu bir akşamüstü göstermişti bana. “Oğlum geçiyor bak” demişti. “İçmese, çok içiyor” diye yakınmıştı. Caddenin az ötesinde bir at arabasının başında duruyordu baban. Babanmış. Saçları dağılmış samanlar gibi tepesinde. Kendisi de korkuluk gibi ince ve pırtıl. Çok içermiş. Bildiğin ayyaş. Helenka’da, belli belirsiz, ayyaş da olsa bir oğula sahip olmanın utançla karışık gururunu hissetmiştim o akşamüstü. Kimsesizliğe yeğlenir miydi baban? Ne hayat onu farkındaydı, ne baban hayatın… Çöp mü topluyordu, hurda mı?  Kendisi bir hayat artığı. 

Sen, bir baban olduğunu biliyor muydun? Babanın senden haberi var mıydı?

Seni nüfusuna geçirmiş miydi? Böyle işlere kafa yormayacak kadar bezgin ve kafasızdı. Sonradan okula kaydını yaptırdılar mı? Siyah, simsiyah gözlü Melek, tombulluğun gelecekte annene benzeyeceğinin belirtisiydi, gözlerini ondan aldığın kesin.

 Annen; rehavet çökmüş dolgun gövdesini tamamlayan alımlı başı, dik ve umursamaz. Onun varlığının verdiği sakinlikle dopdolusun. Yüzünde çok uzaktan fark edilen bir gülümseme. Saçların onun gibi salınsın diye uzatıyorsun. Yaşıtlarından uzaksın. Her anını annenle geçirmek istiyorsun. Arkadaşın yok pek. Tek arkadaşın annen… Dünya annen, soluğun annen!

Annen bu dünyada bir tutamak aramıştı; seveceği bir varlık, sendin o! Bir kadının sevgi arayışının sonucu muydun sen? O arayışın sorumlusu olmak istemeyen baban… Baban içmeseydi; annene, sana, babaannene sahip çıksaydı… Bir aile olabilseydiniz… Bunlar senin dünyanda masal! Sen bir masal kahramanı değilsin; olacaksan, başka bir hayatın gerçek kahramanı olacaksın! 

O gün oyuncak bebeğinin saçlarını düzeltirken, anneni ne kadar çok sevdiğini söyledin durdun. Kısa bir süreliğine bile olsa ayrı kalmak istemediğin annen… İşe giderken seni bıraktığı ihtiyarlar evinde, dakikaları sayarak beklediğin annen… Lazımlığı temizlenen ihtiyar bir kadınla, lazımlığı temizleyen ihtiyar kadın arasında, gözlerin daha da siyahlaşarak beklerdin. 

 İlaç kokulu, sobaya atılan kömürün sesinden başka sesin çıkmadığı loş salonda, oflardın: “Annem nerede kaldı!”  Helenka, Rumca bir şeyler söylerdi. Pek anladığın yoktu. 

Bağırırdın. O da bağırırdı. Ayağını sinirle yere vururdun. Viran evin döşeme aralıklarından çıkan böcekler sağa sola kaçışırdı öfkenden. Helenka, kucağına koyduğu tepside pirinç ayıklarken bir türkü mırıldanırdı: sto pa kai stoxsanaleo … Türkü yarım kalır; “Aaman vre” diyerek mutfağa, ocakta unuttuğu tencereye koşardı. 

Annen Türkçe’den başka dil bilmiyordu. Babaannen Rumca söylenir dururdu. Kime söylenirdi? Oğluna mı? Seni onun başına saran annene mi? Babanın umursamazlığı, annenin gururu, babaannenin külfetiydin sen.

Annenin seni kimselere emanet etmeyeceği yaşlara gelmek istiyordun. Hele o eve, o pas rengi perdelerle kaplı, yüksek tavanlı, yaşamla ölüm arasında gidip gelen ihtiyarların arasına bırakılmayacak yaşlara… Senin tazeliğin bile evin havasını temizleyemiyor. Her şey eprimiş, her şey küflenmiş gibi. Hayatın bu kadar eskidiği o evde, senin canlılığın herkesin canını sıkıyor. 

 

Annen gelip seni bir an önce alsın! Seni bir tek o anlıyor. Hiç sıkılmıyorsun onun yanında. Annene diklendiğini, bir şeyler alması için tutturduğunu gözlerimin önüne getiremiyorum.  

Annen beyaz giymeyi severdi, aklımda öyle kalmış. Öyle görmüştüm bir kez. Zaten bir kez gördüm: üzerinde beyaz bir bluz, siyah saçları omuzlarından biraz aşağıda, senin gibi. 

Nerdesin şimdi Melek?

O gün, “Annem hastaneden ne zaman gelecek?” diye ikide bir soruyordun. Derin bir iç çekişle eteğini dizlerine kadar çekmiş, hanım hanımcık bir tavırla kenarlarını dizlerinin altına sıkıştırmıştın. Bu halini garipsemiştim. Pavyonda çalışan bir annenin kızıydın çünkü sen. Annen de hanım hanımcık tavırlıydı ya… Tedirgindin; olacakları seziyor muydun? Yaşam var mı yok mu belirsiz salonda beklemektense, bizim evde olmak iyiydi. Hiç olmazsa perdeler kapalı değildi. 

Okula gitmen gereken yaşlardaydın ama okula kaydettirmemişlerdi; nüfusa kaydın bile yoktu. Seni hayat büyütecekti. Benden de, bizlerden de daha büyüktün aslında. İri siyah gözlerinle, doğruyu benim gözlerimde arayarak sormuştun: “Annem ne zaman gelecek, hastaneden çıkacak değil mi?”  Korkuyordun. Korku bulaşıcı hastalık gibiydi. İçime dalga dalga yayılıyordu. Tombul, sıcak ellerini tutmuştum. Gözlerin siyahtı… Akşam karanlığı iniyordu. Akşamın karanlığıyla gözlerinin siyahı birlik olup üstüme geliyorlardı. Boğulacaktım. 

O gün, akşama doğru geldiler seni almaya. Sen duymadan bizimkilerle fısır fısır konuştular.  

-Yok, hastaneye götürüldüğünde ölmüş zaten.

-Neyi vardı ki?

-Yoktu bir şeyi, beyin kanaması demişler.

– Çocuk ne olacak? Babaannesi mi bakacak?

-Babaannesi nasıl baksın? 

-Babası?

-Babasının Allah belasını versin, ayyaş herif! Daha nüfusa kaydı yokmuş ki çocuğun. Annesi bakıyordu, o da yok şimdi. Babaannesiyle burada kalsın, nüfus kâğıdı da çıkartırız, ama Helenka istekli değil. Kadın kurtuldu da, çocuk kaldı. 

-Annesi nerede çalışıyordu, Helenka bir şeyler söylerdi. 

-Nerede çalışacak canım, pavyonda çalışıyordu. Babası hayırsız herif, kadın doğurmuş işte bu çocuğu, nikâh mikâh da yok. 

-Eeee ne olacak bu çocuk şimdi?

– …

İçlerinden biri seslendi: “Gel Melekçiğim, gidiyoruz.” “Annem çıktı mı hastaneden” diye sormuştun. “Ben de hastaneye gideyim, çok özledim annemi.” Sesinde korku vardı.

Sen korktukça benim içimdeki korku da büyümüştü. Annem babam var diye utanmıştım da. Ellerimi bırakıp kucağında, oyuncak bebeğinle, kedi yavrusu gibi uzaklaşmıştın. Yağmurda sırılsıklam olmuş, annesini arayan bir kedi yavrusu gibi…

Trafik akışı hızlandı. Arabaya gaz verirken pırıltılı bir gelecek vaat eden semte son kez baktı. 

“Tarlabaşı küllerinden yeniden doğuyor” 

Köhne bir geçmişin, sahipsizliğin, kimsesizliğin, umursanmazlığın, çaresizliğin, bedbinliğin üzerine çullanan, yağmalayan, darmadağın eden arsız bir gelecek… 

Şimdi nerdesin Melek? Saçların ne renk? Siyah değildir artık. Sarıya mı boyattın yoksa? Sana gitmez.