Sensucht1

Düşüncelerin kayması bu olsa gerek. Odağını kaybetmek, ruhunun paramparça olması… Bir araya gelemeyen benlik parçaları. Öyle bir parçalamıştım ki benliğimi, bir daha asla bir bütün olamayacaktım. Bunu fırsat bilerek o da her parçama bulaşmış ve her gece biraz daha istila ediyordu, biraz daha, biraz daha… Yağmurlu geceyi zihnime gömmüş, bir arzuya dönüşmeyi bekliyordu sinsice.

Yerden tavana kadar üç duvarı koyu kahve masif ahşaptan kitaplarla kaplı o odaya girdiğim gece, yaşamım da başka bir boyuta geçiş yapmıştı. Boş kalan tek duvara kurduğu devasa ekranda Philip Glass2 eşliğinde çivisi çıkmış dünyayı izliyorduk. Bize eşlik eden Acıkara3 vardı sadece.  Deri kaplı ciltlerden yükselen iç çekişleri duyabiliyordum. Zaman donmuştu. Philip Glass’la hep buz tutardı, yanı başımızda pençeleri boğazınıza saplanmaya hazır Hyieron Skulltaker4 göz kırpıyordu. Yaylılarla sanki o da hareket ediyordu. Bu hiperküpte kısılı kalacağımı nereden bilebilirdim. Gerçek hayattan kaçarak sığındığım karanlık ve ıssız bir limandı burası. Her gelişimde, limanda beklerken simsiyah dumanlar salan bir vapur olurdu ama bu sefer yoktu. Sadece tükenmeye yakın mumların dumanları tütüyordu ayağımızın ucunda. Huzursuzdum. Ne olmuştu ki şimdi? Zihnimin bana bir oyunu muydu bu? Üstelik oyundan çıkmak istiyor muyum ki diye sorguluyorum içimden. Kendi yollarımı tıkamıştım. Odada hiç pencere yoktu, bakındığımı fark edip dışarda dolunay olduğundan bahsetti bana. Onun ışığı yeterdi geceyi aydınlatmaya. Hoedh5 açıldı müzik sisteminden, ‘Das Geistige Universum (Spiritüel Evren)’. Gizemli bir adamdı, daha girer girmez Ölüler Adası6 resmiyle karşılamazdı beni yoksa. Biliyordum, buradan çıkış zihnimde saklıydı. Bu nedenle her şeyi kontrol edebileceğimi düşünerek rahatlamaya çalışıyorum. Oysa buradaki mekanizma, tüm gerçekliğime hükmeden bilinçdışımdı.

Aşırılıkların yolu bilgelik sarayına çıkar, demiş William Blake, bunu tekrarlayıp duruyorum içimden ve otuz beş senelik hayatımın en aşırı dönemindeyim. Elimde tuttuğum şu tuhaf çizimlerle dolu kitabı ikinci kez okuyorum, gece gündüz. Tam on dört farklı alfabenin birleşiminden oluşan bir dizi sözcük de sığdırılmış her görsele. Tek bir sembolle birleşiyor hepsi, mercury7. “Bununla bedeninden kurtulacaksın” diyor bana sırıtarak. Kitap da ona ait, yüzlerce kez çevirdiğine eminim sayfalarını. “Bir varlık olarak hiperkübe ihtiyacın kalmayacak o zaman!” “Peki, bunu başarabilecek miyim?” diye soruyorum çekinerek.  “Yağmurlu geceyi bekle!” diyor sadece.

O gecenin üzerinden aylar geçti. Geçit vermeyen bedenim, arızalarını olur olmadık saplanan spazmlarla göstermekten öteye gitmedi. Dağılamıyorum, yok olamıyorum. Kendimden kurtulmamın imkânı yok. Deliremiyorum bile. Zihnimde sıkılgan, uykulu bir ses var sadece, ne dediğini anlayamıyorum bile.  Vaat edilen tüm hazlara rağmen buradan çıkmalıyım. Düşmeden. Burayı ne kadar sevsem de, belki de tekrar dönmek üzere çıkmalıyım. O oda beni sonsuza dek hapsetmeden! Bir kere çağırdım mı, o kara dumanları tüten gemi yanaşacak limana, biliyorum. Zihnimin her bir köşesini tarıyorum, buranın anahtarı nerede? Brain scan8… Belki de mega problemlere makro çözümler bulmaktan ibaret olacak çıkış yolum. Çünkü bu özgüven safsatasını bir ömür boyu yutturmuşlardı bize. Var olduğuna inanıp arkamıza yaslanıyor ve bacak bacak üstüne atıp aptalca bir gülümseme takınıyoruz. Bilgelik ışığı yaydığımızı düşündüğümüz şeyse son demlerini yaşadığını ifade eden eski tip bir floresan adeta, anlamsızca göz kırpan bir sıradanlık. Düşüncelerime odaklanmalıyım. Önce bulutlardan bahsetmeye başlıyorum, nedense. Sonra rüzgârın yönü değişiyor. Ne sağdan ne de soldan, tam aşağıya doğru itiyor sanki. Yerin dibinde ne arıyorsam? Cehennemin dibinden bahsederim sık sık ama kül olup uçuşmak isterim bulutların arasından. Soğuk kış mevsimini terk ettiğimden beridir artık her yaz Akdeniz bulutlarının peşinden salınmaya başladım. Melankoliyi soğukla, kuzeyle, kışla ilişkilendiren şu klişeler için cayır cayır yanan eski tip borulu bir soba hazırladım. Reçeteleri topluca sobaya atıyor ve bir kül parçacığı olma hayalime devam ediyorum. Yalnız kaçırdığım bir şey var; bulutlar birer fraktal!9

Absorplamaya başlamıştım önüme gelen her şeyi. Sülfüre10, ruha ulaşmaya çalışırken onu kaybetme tehlikesi içinde olduğumdan kendimi bu hiperkübe hapsettim belki de. Oysa nasıl da haz veren bir şeydi. Kendine işkence etme, saldırgan okları bile isteye derine derine batırma isteği. Bu daha çok kendini bırakıp bir başka bataklığa sarılma ve unutma gibiydi. Nisyan11, en gizli düşmanlardan biridir. Bir diğeri de Saudade12. Gizli gizli ele geçirir. Nisyan dönüştür, Saudade geriye döndürür, olmayan geriye. İkisinin de ortak noktası; kaybolursunuz.

IC3PEAK’den13 ‘Смерти Больше Нет (Ölüm Artık Yok)’ çalmaya başladı. Bu, benim şarkım! Sadece benim zihnim dans edebilir bu şarkıda. Buz gibi bir ses, kırıp döken lirikler ve tüm o fetiş kıvrımlarla dolanıyor şarkı zihnimde. Birinin sadece bu şarkıyı sevmesi bile onu öldürme sebebim olabilir. Bu hüznü ancak ben kaldırabilirdim, başkası değil, hüznüm bana ait! Hüznüme bir ağıt yakmak ve gömmek istiyorum en derinlere.

Gyorgy Ligeti’nin14 ‘Requiem’i başlayacak birazdan, yine aynı odadayım. Nefes alış verişler duyuluyor, şef hazır. Ama hayır, bir türlü başlamıyor orkestra! Ses sistemi mi bozuldu? Tıkandık mı? Tükendik mi? Yağmur başlıyor.

Islak bomboş sokaklar beni çağırıyor. Çektikçe çekiyor beni içine. Arabaya atlıyorum, gitmem gereken bir yer var. Nereye gittiğimi bilmiyorum, o biliyor, zihnimin içinde aşk çığlıkları atıyor. Doludizgin sürüyorum sadece. Arabanın müzik sisteminden Victor Wooten’ın15 ‘Trypnotyx’i yükseliyor, yağmuru bastırma hevesiyle. Bir kere kapatmıştım müziği, dikkatimi dağıtıyor diye, bir daha yapamam. Dikkat sözcüğü anlamını yitireli çok oldu neticede. Hem bu sefer arada bir gözlerimden sızıp daha fazla gaza bastıran ve orada olmayan bir şey var yan koltukta. Ondan kurtulmam imkânsız! Sokağın titrek lambalarına rast geldiğimde kapkara ellerini görüyorum, benden gizlemiyor. Gülüşünü hiç görmedim. Ne zamandır kendiminkini de. Gülüşümü çaldığından beridir böyle bir duygu yok hayatımızda. Kaygı hâkim tuttuğumuz tüm sırlarda. Artık ete kemiğe ve simsiyah ellere bürünmüş durumda yanımda somurtuyor ve zihnime üflüyor “daha hızlı, daha hızlı” diye. “Uçuruma az kaldı”. Çevre yolundan çıkıp Karaburun’a dönüyoruz. Yeni yapılan yolu tamamlamamız lazım önce, dağa yeterince yakın değiliz, kekikle karışık yabani otların kokularını tam çekemedik içimize. Yol biter bitmez başlıyor o meşhur patika. Bir tarafı dağ, diğeri deniz, ışıksız, dar ve virajlı. Kalp atışlarım hızlanıyor, albüm bitmiş, açtığım pencereden yağmurla karışık azgın dalga sesleri giriyor. Buradan gidiş var mıdır ölüler adasına diye düşünmeden edemiyorum. Karşıma çıkar mı ada, karanlık sularda yeterince seyredersem diyorum. Düşüncelerim dağıtıyor zihnimi, farları söndürüp direksiyonu dik kayalıklardan aşağıya, uçurumun kalbine doğru saplıyorum doludizgin. O artık yok ya da beraber bir hiçiz bundan böyle. O meşum sülfür kokusu. Zamanın kıyısını seyredip duran o özgür adam. Zihnimde canlanan son kare bu.

Bir ateş bulup yakmıştım derinlerimde bir yerde ve puff! Artık özgürdüm. Tüm bedenim, sınırlarından, etinin ağırlığından, derisinin çirkin gerçekliği örtüp durmasından kurtulmuştu sonunda, Karaburun sularında.

Et spirtus sancti.

 

Dipnot

1 Almanca “özlem”, “hasret” olarak çevrilse de bu sözcükler terimin anlamını tam olarak karşılamamaktadır. Barındırdığı ıstırap, bağımlılık, düşkünlük hali nedeniyle asla ulaşamayacağın bir şeyi arzulama, böylece özlediğin şeyin ya da kişinin yerine özlemenin bir tür takıntı haline gelmesini anlatır. 19.yy Alman edebiyatının önemli temalarından biridir.

2 Minimalist müziğin öncülerinden Amerikalı besteci, piyanist. 1982 yapımı Amerikan deneysel film Koyaanisqatsi: Life Out of Balance (Koyaanisqatsi: Dengesini Kaybetmiş Hayat) filminin müziklerini yapmıştı.

3 Likya şarapçılık tarafından hayata döndürülerek şarabı yapılan yerel bir üzüm türü.

4 Warhammer 40.000 bilim-kurgu savaş oyununun bir karakterine verilmiş kurgusal bir isim

5 Alman ambient & trans müzik sanatçısı

6 İsviçreli sembolist ressam Arnold Böcklin’in tablosu

7 Paracelsus’a göre simyada yer alan üç bileşenden (tria prima) cıva. Diğerleri Sülfür ve tuz. Cıva zihin, sülfür ruh, tuz da bedeni simgeler

8 Kanadalı progresif thrash grubu Voivod’un Dimension Hatröss albümünden bir parçası.

9 Fraktal parçalanmış ya da kırılmış anlamına gelen Lâtince fractus kelimesinden gelir. Kendini sonsuz küçük parçasında da tekrar eden geometrik şekillerdir. Bulutlar birer fraktaldir.

  1. Bakınız Dipnot 7.

11 Arapça nsy kökünden gelir, unutmak, hatırdan çıkarmak anlamındadır.

12 Portekizce bir kelime olup, daha önce hiç bulunulmamış bir yere ya da hiç var olmamış bir kişiye duyulan melankolik özlem anlamına gelir. Hayatında olduğu halde özlemi bitmeyen bir aşk, doğuştan gelen bir tür kaybolma hissi, çaresi olmayan bir ıstırap duygusunu tarif etmek için de kullanılır.

13 Rus deneysel elektronik müzik grubu

14 Macar-Avusturyalı avant-garde klasik müzik bestecisi.

15 Amerikalı bass gitar virtüözü