Koca bir toz bulutu silmeye yeltendi tüm hareketli görüntüleri. Birbirine geçmiş görüntüler, bulanık ve belirsiz. Dünkü yağmurun pencere camında bıraktığı yol yol toz izleri… Hızlıca çekti gri storu. Kafasından ışık hızıyla geçen kaygılarını, kederlerini bir yana bırakıp çift kişilik yatağa uzandı. Elyaf yorganı yüzüne kadar çekti. İnsan hastaysa, raporluysa bir izin gününü, en iyi uyuyarak değerlendirebilirdi.

Kapattı gözlerini, kapatır kapatmaz Maya’nın duru yüzünü gördü. Gözlerini birkaç kez açıp kapattı. Yüzler, yaşanmışlıklar, bölüşülmeye niyet edilen hayatlar ama bölüşülemeyen duygular ve sonunda kapıyı çalmakta gecikmeyen ayrılıklar… Geride hiçbir şey yaşanmamışçasına sürdürülmeye zorlanan hayatlar. Güneşe çıplak gözlerle bakamazdı insan. Ama o güneşten de kızıl gümrah saçlara çıplak gözlerle saatlerce sadece Ufuk bakabilirdi.

Rüyalar kısa sürerdi. İnsanı dünyanın soğuk yüzüne çağırırdı ansızın. Soğuk duş aldırırdı adeta. Uyanmak istemediği, Maya’yla yaşadığı bu rüya da kısa sürmüştü. Gerçekliği ise, tartışmaya açıktı. Aynı rüya bir daha görülmezdi. Kim bilir hangi bilinmez yerdeydi Maya.

Ayrılık sonrası beylik demeçler… Hayat devam ediyor, zaman her şeyin ilacı, sana kız mı yok oğlum! Ah zaman… Elbette ilaç, evet ama yalnızca alışmaya, kabullenmeye; asla unutmaya değil. Bu dipsiz bir kuyunun sarmalına bir son vermek istercesine sağa döndü. Göz kapaklarının arkasındaki bir hayal mi, bir rüya mı? Kim bilebilir! Sıkı sıkı yumdu yorgun gözlerini.

Ayrılmamışlardı. İkisinin sırtında büyük sırt çantaları, ellerinde kenarları eprimiş bir dünya haritası eşliğinde, birlikte aldıkları sarı karavana biniyorlardı. Ait olduklarını sandıkları ama hiçbir zaman ait olamadıkları sahte, mekanik, duygusuz hayatlarını geride bırakıyorlardı. Direksiyonu çevirdikçe izi siliniyordu toplumdaki rollerinin, sorumluluklarının, aynı sakızı çiğner gibi durmadan çiğnedikleri kısır hayatlarının. Doğayla iç içe, pastoral bir karenin içinde konaklıyorlardı. Tabiat Ana’nın güvenli kollarında şaşkınlık içindeydiler. Öğretilmeyen bu yaşam içinde ateş yakmak, balık avlamak, bir kanoda gezmek ve korkusuzca vahşi doğanın içinde uyumak vardı. Emekleyen bir bebeğin önündeki bir topa dokunmasıyla hep ileri giden ve bebeğin elini uzatıp dokundukça hep ileri giden asla yetişilemeyen zaman efendisinin kölesi değildiler. Orada zaman yoktu.

Kelebek Müzesi, dünyanın dört tarafından getirilen bitkilerin yetiştiği, tek tek adlarının ve mini tarihçelerinin yer aldığı Mainau Adası, nam-ı diğer Çiçek Adası… Binlerce çiçeğin içinde gülüşen Maya… İkisi de oksijen sarhoşu olmuşlardı o kadar bitkinin içinde…

Konstanz Gölü’nün kıyısında dolaşırken bir fırtına çıktı aniden. Tüm kuşlar çığlık halinde uçuyordu, daha doğrusu rüzgârla oradan oraya savruluyorlardı. Büyük Zümrüdü Anka kuşu, hışımla onların yamacına indi. İki âşık, çığlığı basarak kaçmaya çalıştılar. Efsane kuş, onlara yaklaştıkça kaçamadılar. Güçleri azaldı, nefesleri kesilecek gibi oldu. Birden indirmeye başlayan yağmurla küçülmeye başladılar. Kadim zamanların kuşu onlara zarar vermeyeceğini, yolculuklarının geri kalan kısmına kendisinin eşlik edeceğini söyledi. Yağmurun dinmesiyle berraklaşan ruhlarının sakinliğiyle beyaz bir teslimiyetin içinde buldular kendilerini.

İhtişamlı kanatlarına bindiler Zümrüdü Anka Kuşu’nun. Okudukları kitaplardaki yerleri gezme hayalleri vardı. Joyce’un Dublini’ne, Kafka’nın Pragı’na, Saint Exupery’inin uçarken kaybolduğu ve Küçük Prens’te anlattığı çöle, Portekiz’e, Fransa’ya, İtalya’ya, piramitlere, Avustralya’nın Aborjinlerine kadar uzanan bir yolculuk… Okyanuslar, yıldızlar, aya yakın bir şekilde kara bir çarşafı andıran gökten yeryüzünü izlemek… Maya’yla rüyasında, büyük bir sarsıntının ardından gerçek sandıkları, durağan hayatlarından bir kırılmayla ayrılmışlardı sanki. Bu yolculukta kendileri gibi olmuş, sevgilerini, ilişki denilen ürkünç bir yiyicinin boğan, onu öldüren bencilliğinden alıkoymuşlardı. Hem özgür, hem âşık… Olunuyordu işte.

Her defasında küllerinden doğan kuş, dünya adlı gezegende dolaştıkça, acıların imbiğinden sevgiyi kurtardıkça yeniden gözükebilirdi onlara. Kaf Dağı’nın ardına bile gidebilirlerdi.

Şarjdaki telefon ısrarla çalmaya devam etti. Maya’nın olmadığı bir yatakta sıçrayarak yapayalnız uyandı rüyasından. Arayan iş arkadaşı Ercan’dı. Telefonun kabul et tuşuna bastı:

“Oğlum sabahtan beri arıyorum iyi misin? Alo Ufuk evde misin?”