Yunus üzerinde sadece iç donu olduğu halde bakır leğende otururken oraya nasıl geldiğini düşünüyordu. Birkaç gün önce Sarıoba’nın Yunus’u idi. Ama artık obası, akrabası yoktu.

Moğollar… Kül… Yanmış et kokusu…

Bir an için insan etinin de güzel koktuğunu düşünmüş utanmıştı kendinden. Ateşe düşen etin kokusu fark etmiyormuş meğer. Kan hepsinde, kan kokusu buram buram tüten…

Aykız kılıcını yere dayamış bekliyordu başında. Yüzünde alaycı bir gülümseme. Göl kıyısında onu bulduğundan beri hiç değişmemişti ifadesi. Aynı müstehzi gülüş. Aşağılayıcı bir tavır her halinde. Tutup getirmişti onun kim olduğunu anladığında: “Babam seni bekliyor nice zamandır.”

Göz göze gelince Yunus utandı. Ellerini bacaklarının arasında birleştirdi. Zihninin önüne gerilmiş beyaz bir tül… Uzaklardan bir ses duydu içinde: “Kalk!” diyordu ses, “Git öldür kendini, şu kendini beğenmiş kızın kılıcıyla.” Kımıldayamadı. Toprakta telaşla koşturan karıncalara takılı kaldı gözleri. Biri buğday tanesini sırtlamış, diğeri ölü bir arı kanadını. Ne anlamsız bir çaba diye düşündü. Gerek yok canlı kalmaya.

Fatma Ana ilerideki kazandan su aktarıyordu bakır bir güğüme. Üç eteğinin ön kanatları kemerine sıkıştırılmış. Eli belinde bir kadın besbelli! Taptuk Emre ahşap kapıdan dışarı çıktı. Kapı gıcırtılarının arasından sert bir rüzgâr belirdi bir anda. Çınar ağaçlarının yaprakları önemli bir şeyler olacağını fısıldadılar. Toprak, tozlarını gönderiyordu önemli hadiseyi izlemeye.

Yunus birazdan kurban edilecek bir koç… Ölüme çoktan hazır… Taptuk Emre ona doğru yavaş yavaş yaklaştı. Bastonu gövdesinin bir uzantısı… Kurumuş dal canlı… Ucuyla toprağı hissediyor, karıncalara yaklaşınca yön değiştiriyordu. Yaşlı adamsa koca bir kurt sanki. Gözleri gökçe. Görmediğini söylemek zor. Burun delikleri titriyor durmadan. Bilinmez ne kokular alıyor.

Birkaç saat önce ilk kez karşılaştıklarında yine böyle koklamıştı Yunus’u. Ayazı koklayan bir kurt gibi sağı solu koklayarak yaklaşmıştı yanına.

Ürperti. Soğuk bir esinti ense kökünde.

Sonra ekşitmişti yüzünü Taptuk Emre: “Dünya kokuyorsun sen!”

Çürümüş et kokuyor olmalıydı. Yanık… Ölü… Derinlerinde bir yerlerde, ığıl ığıl akan bir maden nehri vardı Yunus’un içinde. Demirci Usta’nın döktüğü türden, değdiği yerleri yakan kavuran kıp kırmızı bir kor… Dünya değildi kokan. Öfke tütüyordu tüm vücudu. Sesini çıkarmamıştı Yunus. Uyuşmuş bedeniyle öylece durmuştu sundurmanın kenarında. Boyun eğmişti aşağılanmaya. Yaşadıklarından sonra hiçbir şey yakamazdı canını. Soyunmuştu kirli giysilerinden. Dünyanın pisliğinden arınmayı umarak…

Dervişler çıktılar saklandıkları karanlık köşelerden. Sırtlanlar gibi sardılar sessizce etraflarını. Yunus’un başına gelenleri seyredecek ve öğreneceklerdi. Başka zavallılar üzerinde aynı şeyleri yapacakları günü hayal ediyordu her biri. Gözlerinden okunuyordu kıskançlıkları. Her zaman böyle güzel av düşmüyordu ellerine. Kolay değildi bulmak Yunus gibi boyun eğen birini. Dokunacaklar ve mucizeler yaratacaklardı. O saat kelimeişehadet getirecekti bir dolu başıbozuk Türkmen soyu. Ama tek tük kabulleniyordu Türkmen obaları Müslümanlığı. Erenler bu nedenle sıkı tutmuyorlardı İslam’ın şartlarını. Ahmet Yesevi Hoca’nın dediği gibi Türkmenleri yerleşik hayata geçirmeden ele geçmeyecekti Anadolu. Yol uzun ve meşakkatliydi. Birer birer ikna etmek zorundaydılar her bir erkeği.

Sarıoba da direnmişti ara ara gelen dervişlere. Boyunlarında asılı duran kaselere birkaç yiyecek koyup gönderirdi Kadın Ana onları. Umay Ana kıtlık gönderiyordu dergâhlara yerleşip de meslek erbabı olan obalara. Onlar Kök Tengri’ye, Umay Ana’ya her zaman sıkı sıkıya bağlı kalmışlardı. Her öğünden önce şükretmeyi eksik etmemişlerdi ağaçlara, hayvanlara ve toprağa. Umay Ana’nın payını hep ayırmışlardı peynirlerinden.  Ama bir gecede yok olmuşlardı hepsi. Silinip gitmişti koca oba yeryüzünden. Neredeydi Umay! Neden bir şey yapmamıştı Kök Tengri? Okkalı bir lanet okudu Yunus içinden. Korkusu yoktu kimseden artık. Hak etmemişlerdi bu cezayı. İlahi adaleti falan yoktu tanrıların. Önce kıtlık, sonra katledilmek yekûnen… İsteyen kokusunu sevmesin, beğenmeyen yanına hiç yaklaşmasındı.

Ceset kokuyordu içi dışı…

Taptuk Emre kafasından aşağıya aniden dökünce bir maşrapa sıcak suyu tüm bedeninin tutuştuğunu sandı Yunus: Alev aldı her yanı. Kadın Ana çığlık çığlığa! Karındaşı Alphan ateşler içinde koşturuyor çadırdan çadıra. Herkes feryat figan, hayvan sesleri yankılanıyor obada. Beşikteki bir bebeği kurtarmaya çalışırken saplanıyor sırtına oklar Kadın Ana’nın…

Acısını kalbinde hissetti Yunus. Bağıramadı. Sesi çıkmıyordu. Titremeye başladı tüm gövdesi. Alevler yaktı tenini. Buruş buruş oldu cildi. Yanık et kokusu geldi burnuna. Bu kez kendi cesediydi kokan.

Dervişler hayretle izliyorlardı. Aykız’ın yüzünde hâlâ aynı gülümseme. Aynı işi onlarca kez yapmış insanların özgüvenli hali her yerinde. Yunus sıtmalı çocuklar gibi titrerken uzattı elini Taptuk, başının tepesine koydu elini. Yunus sakinledi bir an için. Başından tüm bedenine bir ilaç zerk ediyordu yaşlı kurt. Damarlarında ilerledi sarı bir sıvı. Söndürdü alevleri. Çelik soğudu içinde.

Kaç dakika sürdü sakinliği bilemedi. Zaman terk etmişti zihnini. Gözlerini açtı. Tam tepedeyken güneş dönmeye başladı gökyüzünde. Öyle hızlı halkalar oluşturdu ki havada sonunda bir ışık girdabına dönüştü kâinat. Işığa doğru hızla çekiliyordu Yunus. “İşte! Son bu!” diye düşündü. Huzur sardı içini. Fakat uzun sürmedi yolculuğu.

Taptuk Emre kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle bastırdı Yunus’un başına. Başka biri olsa o dakika kırılırdı boynu. Fakat o anda yer ikiye yarıldı.

“Umay Ana kurtardı beni.”

Soğuk bir göle düştü Yunus. Ağzı sıkıca kapalı bir çuvalın içinde dibe doğru sürükleniyordu. Damarlarındaki çelik ağır basıyordu. Nefes alması gerekti. İstemedi debelenmeyi. Her ne kadar çığlıklar atsa da ciğerleri, reddetti yaşama sarılmayı. Bıraktı kendini.

Şimdi su, yutmaya çalışıyordu onu. Köpükten bir girdap oluşmuştu hızla dibe çeken. Bu kez ışık yoktu. Karanlık bekliyordu Yunus’u. Sonsuz bir siyahlık. Kış geceleri gibi. Soğuk ve ölçüsüz bir boşluk. Kayboluyordu dipsiz bir kuyunun içinde.

Taptuk Emre bastonunu bakır leğene vurdu aceleyle. Tak tak tak!

Sesler yankılandı ormanın derinliklerinde. Cırcır böcekleri sustular bir an için. Aykız babasının ikazını anlamıştı. Kılıcını kınına sokup, Yunus’u koltuk altlarından tuttu. Kaldırdı. Pelte gibiydi Yunus. Baygın… Cansız…

Taptuk Emre yeniden elini Yunus’un başının üzerine yerleştirdi. Vantuz gibi yapıştı eli ıslak saçlarının üzerine. Derin bir nefes aldı yaşlı adam. Aykız pür dikkat babasını izliyordu. Tek bir vücut gibi hareket ediyorlardı. İkisi de aynı anda nefeslerini verdiler. Taptuk Emre, “Ya Allah! Bismillah!” deyip kaldırdı elini yukarıya. Rüzgâr esti yeniden. Çınar yaprakları derin bir “Oh!” çektiler yürekten. Dervişin biri alkışlayacaktı, yanındaki dirsek vurmasa. Hava bile sakinledi aniden.

Yunus etrafını saran suların hızla çekildiğini fark etti. Boyun seviyesine gelmişti birden sular. Kafasını yeniden suya daldırmak istedi ama çoktan beline inmişti boşluk. Birden bir telaş sardı tüm benliğini. Kuruyordu topraklar. Gidecek hiçbir yeri kalmamıştı. Bu kez gerçekten ölüyordu işte. Dişlerinin arasında gıcırdıyordu çöl tozları. Gözlerini açamıyordu kum fırtınasından.

Ölmek istemiyordu bedeni. Kendiliğinden direniyordu tüm hücreleri. Tırnaklarını geçirdi elleri, onu terk etmekte olan canına. Çatlakların içinde kaybolmamalıydı hayatı. Her şeyin bittiğini sandığı o anda gözlerini aydınlığa açtı.

Aykız onu dut ağacının altındaki minderlere yatırdı usulca. Çatlayan dudaklarına elindeki bezi sıkıp birkaç damla su düşürdü. Yunus hafiflemiş hissediyordu nedensizce. Teşekkür etti Aykız’a. O da ıslak bezi sevgiyle değdirdi alnına, yanaklarına. Yunus doğrulmaya çalışınca sırtına bir minder koydu. Minderin üzerinde kendi eliyle işlediği Anka Kuşu vardı. Kuyruğu alev alev yanan kırmızı kuşa koydu başını Yunus. Aykız’ın sürmeli gözlerine baktı. Daha önce hiç bu kadar güzel bir varlık görmediğini düşündü. Siyah saçları kırk belik örülmüştü. Kaşları kalın ve gürdü. Kirpikleri uzun ve ok gibi… Yaşadığının ne olduğunu tanımlayamıyordu ama bu dergâhta kalabileceğini düşündü. Aykız’dan ayrılmak istemiyordu. Gözlerini kapatıp kendini Aykız’ın şefkatli kollarına bıraktı.

Taptuk Emre’nin bastonu çizgiler çizmeye başlayınca toprağın üzerinde Aykız çekti ellerini, bir iki adım uzaklaştı. Yunus artık korkmuyordu bu gök gözlü adamdan. Onun yanında kalmak istediğinden emindi. Müslüman olmak gerekiyorsa, hazırdı. Kaybedecek hiç bir şeyi kalmamıştı. Daha ne ceza görebilirdi ki eski tanrılardan? Belki ona da diğer dervişler gibi küçük bir oda verebilirdi. Bir ev…

Bir aile?

Taptuk Emre dizlerinin üzerine çöktü ve uzattı burnunu yeniden. Kendinden emin bir tavırla açtı boynunu Yunus. Tertemiz kokuyordu, emindi. Arınmıştı. Yaklaştırdı yüzünü Yunus’un boynuna. Yunus kendinden emin bir tavırla gülümsedi. Görmeyen gözlerde olumlu bir iz aradı.

Taptuk Emre’nin yüzü ekşidi aniden. Uzaklaştı Yunus’tan. “Git!” dedi, “Git buradan. Pis kokuyorsun sen hâlâ!”

Şaşkındı Yunus. Kenarda duran giysilerini aldı. Ne yaptığını bilmeden uzaklaşmaya başladı dergâhtan. Ağaçlar neşeyle salınırken, Taptuk Emre arkasından bağırıyordu:

“Kaybetmekten korkarken bağlanmaya uğraşma. Gerçek aşk terk etmekle başlar.”