Parlak zemindeki yansımalara bakarak gölgemin peşine takıldım. İki yanında sanat harikası cam tasarımlar gibi duvarlar yükselen dar ve loş bir koridordaydım. Arkası görülmeyen camlar. Koridor kıvrıla kıvrıla gittiği için nerede olduğumu anlamadan, yolun sonunu görmeden yürüyordum. Girişteki tarama sistemini geçince derinden gelen bir kadın sesiyle sağdaki koridora yönlendirildim. Artık tek bir canlı, ses, ok, yazı, sembol yoktu. Koridor bilinmeyen bir labirentti sanki. Bir süre öylece yürüdüm. Geri dönebilecek miydim, onu bile bilemeden. Ama eninde sonunda bir yere çıkacaktı. Hayat gibi. Önüme bakmalıydım. Elimdeki saydam bilgisayarı belimdeki taşıyıcıya yasladım, aklım dosyalarımdaydı. Yürümeye devam ettim…

Koridor düzleşti, uzakta aydınlık, cam bir kapı göründü, adımlarımı sıklaştırdım. Yaklaşınca kalın cam kapı iki yana açıldı, sonra arkamdan kapandı. Ortasında dev saydam bir bilgisayarın bulunduğu yükselti olan, bomboş bir alandı burası. Çevremde renkli ışıklar gidip geliyor, yanıp sönüyordu.. Etrafımda girdiğim kapıya benzeyen başka cam kapılar farkettim. Hepsi birbirinin aynıydı. Hangi kapıdan girmiş olduğumu unutmamalıyım diye düşündüm. Bilgisayara doğru yürüdüm ve kendi bilgisayarımı yaklaştırdım. Aradaki yoğun enerji akışını şaşkınlık, hayranlık ve biraz da korkuyla izledim. Parlak çizgiler kareler, dikdörtgenler dolaşıp durdu, gitti geldi, yavaşlayarak sonunda durdu. Işık ve enerji hareketleri sona ermişti. Birkaç adım geri gidip etrafıma bakındım, beklemeye başladım.

Metalik renkli bir toz bulutunun içinde plazmaya benzer bir varlık göründü. Elinde gökkuşağı renklerinde yansımalar oluşturan saydam kristal bir şişe vardı. Şişeyi uzatarak bana doğru yaklaştı. Yüzü belirgin değildi fakat android bir robot gibiydi. Saçsız, adaleli, uzun boylu, düzgün burunlu, genç görünümlüydü. Derinden gelen bir sesle konuştu. “Bize ulaştığın için sana sonsuz teşekkürlerimizi bildiriyoruz. Şimdi senin formülünle oluşturmuş olduğumuz kokuları alıcılarımıza sunacağız. Sunmadan önce senin tarafından denenmesini istiyoruz.”

Küçük kristal şişe toz bulutunun içinden ayrılıp havada süzülerek tam önümde durdu. Uzanıp havadaki şişeyi aldım, burnuma yaklaştırdım. Binlerce kokuyu ayırdedebilen burnum şişeden yükselen sonsuz sayıda tonu titizlikle taradı. Yasemin, limon çiçeği, musk, şeftali, sandal ağacı, vanilya, fırından yeni çıkmış ekmek kokusu, bir bebeğin kokusu, kitap sayfalarının kokusu…

Formül doğruydu. Ne bir eksik, ne bir fazla… Dünyanın yaşamasını istediğim kokularını bu şişeye toplamayı başarmıştım. Hayranlık dolu bir gülümsemeyle şişeden dağılan partikülleri içime çektim, o kokularda kayboldum. Hepsi görüntüleriyle birlikte, çağrıştırdıkları anılarla birlikte beynimde dönüyorlardı. Ne kadar öyle kaldım bilmiyorum. Zaman durmuş gibiydi. O zamana kadar sessizce izleyen plazmanın hareketlenmesiyle ve şişeye kelepçe gibi yapışmış parmaklarımı fark etmemle birlikte elimi açıp kokularımın saklı olduğu kristal şişenin gitmesine izin verdim. Kristal şişe plazma bulutunun içinde kayboldu.

Sessizlik ve sonsuzlukla başbaşa kalmıştım yine. Gözlerim cam kapılarda, bilgisayarda, etrafımda dönen renkli ışıklardaydı. Birden arkamda bir kıpırtı var gibi geldi, hafifçe döndüm, kötü enerjisini hemen algıladığım şeytan taklidi bir yaratığın kor alevler içinde bir şişeyi uzattığını gördüm:

“Unuttuğun bir şeyler yok mu?”

Titreyerek geriledim. “O şişeyi uzak tut!” diye bağırdım. Şişenin kapağı açılırsa tüm emeklerim sonsuza dek kaybedilmiş olacaktı. Elindeki kokular dünyadaki kinin nefretin, hastalığın, ölümün kokularıydı. Kan kokusu, irin kokusu, çürümüş hayvan leşlerinin, yıkanmamış insanların kokusu, kimyasal dezenfektanların, fabrika atıklarının, çöplerin, lağımların kokusu… Hayatımdan ve hayatımdaki herkesten, her şeyden uzaklaştırmaya çalıştığım, yok etmeye uğraştığım, yok saydığım kokular. Hayır! O kokular sonsuza dek yok olmalıydı!

Bana sinsice yaklaşmaya, benimle oynamaya devam ediyordu. Yüzündeki korkunç alaycılık ve kırmızı gözlerindeki hipnotize edici, lanetli bakış Medusa’nın gözlerinden evrilmiş gibiydi. İçgüdüsel olarak gözlerimi kaçırdım, tüm gücümle şişenin ve şeytanın imgesini yok saymaya çalışarak “O kokular yaşamayacak!” diye bağırdım.

“Vay vay, bu direnci beklemiyordum. Dünya varlıklarının ne kadar düşük düzeyde olduklarını anlamamış gibisin.” Bir yandan bana yaklaşıyor, bir yandan şişenin kapağını açmaya hazırlanıyordu. Perişan hissediyordum kendimi.

O anda etrafımı saran birkaç kül rengi plazma oluşum, beni adeta ışınlayarak uzaklaştırdılar, kara bir girdap alevler içindeki şişeyi yakaladı ve içine hapsederek bilinmezliğe sürükledi. Şeytanımsı yaratık küçümser bir edayla, “Oyun bitmedi!” diye güldü, kendi oluşturduğu girdabın rüzgârı içinde dönerek yok oldu.

Tüm bu olan bitene inanamıyordum. Çok yorgun, bezgin, ümitsizdim. Benden isteneni vermiştim ve artık oradan uzaklaşmak istiyordum. Fakat nasıl? Girdiğim kapıyı bulmaya çalıştım. Hangisiydi bilemedim. Bilgisayarım neyse ki yerindeydi. Kapılardan birini denemeye çalıştım. Olmadı. Oracığa çömeldim, başımı ellerimin arasına aldım, çaresizce bekledim. Plazma oluşumlar çoktan yok olmuşlardı.

Ümitsizliğimin içine gömülmüşken yukarıdan bir ışık huzmesinin akmaya başladığını gördüm. Alanın ortasında o kadar yoğunlaştı ki kamaşan gözlerimi başka yöne çevirmek zorunda kaldım. Işık giderek azaldığında başında kristal, zümrüt ve yakutlarla bezenmiş tacı olan genç bir kız silueti algıladım. Kristal şişeyi getiren plazma varlık oradaydı, saygıyla eğilerek yana çekildi. Tacının renkli ışıklarıyla daha da göz kamaştıran genç siluet derinden gelen müzikal bir sesle konuştu:

“Bizler bitmek üzere olan dünya uygarlığının izlerini 150 bin ışık yılı uzaklıktaki galaksimize taşıyoruz. Yoğun bir araştırma süreci içindeyiz. Galaksimizde insana özgü duyulardan birini yaratmada sistemlerimiz zorluk yaşıyordu. Çünkü bu duyu sizlerin beyninde kontrol dışıydı, doğrudan bilinç düzeyine ulaşıyordu. Dünyanın bir numaralı “koku” uzmanını bulup iletişime geçmemiz gerekiyordu.”

Büyülenmiş gibi sisler ve ışıklar içindeki bu muhteşem varlığın müzikal sesini dinlerken, kapılar yavaşça aydınlandı. Buralardan uzun elbiseleri içinde plazma şeklinde varlıklar alana girdiler. Derin bir sessizlik vardı şimdi. Işıklar içindeki taçlı muhteşem varlık, bir süre alana girişleri bekledikten sonra tekrar konuştu:

“Dünyadaki incelemelerimiz sonucunda, buradaki yaşamın kısa bir süre daha devam edebileceğini, insan formlarının verilen görevde başarısız olduklarını, ruhsal ve bilimsel açıdan yetersiz olduklarını gördük. Dünyanın artık kurtarılamayacağını anladığımız zaman gezegenin hafızasını galaksimizde korumayı kararlaştırdık. İnsan nesli galaksinin kurallarıyla uyum sağlayana kadar etkin kullanamadıkları duyuları bizim tarafımızdan korumaya alınacak.

Bizler olağanüstü yeteneğiniz, cesaretiniz ve kurmuş olduğunuz iletişimi dikkate alarak sizi galaksimize davet etmek istiyoruz. Önerimizi kabul ederseniz bedeniniz yükseltilecek ve beyin yapınız uyumlanacak. Tüm bu söylediklerim ancak sizin olurunuzu alarak olacak. Bize cevap vermek için zamanınız var. Sizi izleyeceğiz ve hazır olduğunuzda iletişime geçeceğiz. Rehberlerimiz size yardımcı olacaklar. Eğer tarafımızdan onurlandırılmak istemiyorsanız, bu mekândan çıktığınız anda tüm yaşadıklarınız hafızanızdan silinecek. Şimdi yönetimimizin size sunacağı armağanlar var.”

Kraliçe kenara çekildi ve plazma şeklindeki varlıklar tek tek yaklaşarak, anlık ışık parlamaları içinde bana harika görünümlü kristaller uzattılar. Her yeni kristal önümde havada, diğer kristallere doğru çekiliyordu. O anda yalnızca kristallerin saydamlığını, parlaklığını ve ışık yansımalarını görüyordum. Kristaller bir araya geldikçe dünyayı andıran bir küre oluşturdular. Sihirli bir mavi küre, kendi etrafında dönmeye başlayan bir küre…

Bu gizemli dünyanın hafızamdan silinmesini istemiyordum. Kararımı verdim. Galaksiye katılacaktım…  Zamanı geldiğinde. Şeytana inat.