Doktorum yurt dışına taşınacağı için beni güvendiği başka bir psikiyatriste yönlendirdi: Doç. Dr. Burak Gürcan. Travma sonrası tedavilerde uzman bir doktormuş. Ağırlıklı olarak tecavüze uğramış, şiddete maruz kalmış kadınlar üzerine çalışmaları varmış. Kadın tutukevlerinde gönüllü çalışmış. Onlarca makalesi yayımlanmış, alanında saygın bir hekimmiş. Burak Hoca’nın yaptığı terapiler ne kadar işe yarıyordur bilemem ama birilerinin bu kadınların yalnız olmadıklarını hissettirmesi özel ve güzel bir duygu bence. Nihayetinde insanları yaftalamak kolay! Kimse sormaz, bir kadını karşısındakini vahşice öldürmeye iten sebep nedir?! Çocuklarının gözü önünde kocası tarafından dövülerek tecavüze uğradıysa bir kadın ve bunu defalarca yaşadıysa, eline geçen ilk fırsatta çocuklarını bu canavardan korumak adına makasla adamın penisini keser mi? Keser… Sonra da aynı makasla adamın göğsünü defalarca deler mi? Deler… Ve müebbeti de yer tabii ki… Burada bir durup düşünmek gerekmez mi? Hangi anne evlatlarını geride bırakarak hapse girmek ister? Veya yavrularına can veren bir kadın gözünü bile kırpmadan onların babasını nasıl bu denli vahşice canından eder?

Ben şimdiye kadar kimseyi öldürmedim ama beni bu hale getiren herifi gördüğüm yerde gözümü bile kırpmadan cidden çok büyük bir soğukkanlılıkla öldürebilirim. Gerçi görsem de tanıyamam ya! Bir hafta boyunca gözümdeki bandı hiç açmadı şerefsiz. Hatırladığım son şey arkadaşlarımla gittiğim gece kulübünde çıkmadan önce attığımız son shotlardı. Onların anlatmasına göre alt kata tuvalete inmişim ve bir daha beni gören olmamış.

Sonrası hep bana anlatılanlar ve polis raporunda yazılanlardan öğrendiklerim. Yazılanlardan ve bardaki kameralardan anlaşıldığına göre tuvaletten çıkarken maskeli bir adam bana arkadan saldırarak bir şey koklatıyor ve hemen oracıkta bayılıyorum. Sürükleyerek barın alt katındaki mutfak girişinden beni çıkarışının kayıtları var ama sonrası yok maalesef! Arabaya mı bindirdi, nereye götürdü, hepsi meçhul!

Beni nasıl mı buldular? Adam beni kaçırdıktan tam bir hafta sonra aynı yere aynı saatte bırakıyor. Tuvalete inen bir müşteri bulmuş beni; yerde gözlerim, ellerim bağlı baygın halde yatıyormuşum. Üstüm başım öylesine giydirilmiş, bacaklarımın arasında kurumuş kanlar, yüzüm kollarım hep morluklar içindeymiş. Hemen hastaneye götürmüşler.

Gözlerimi açtığımda annem başucumda ağlıyor, hemşirenin biri tansiyonumu ölçüyordu. Vücudum susuz kalmış, serum bağlamışlar. Kendime gelmeye başladığımda hastanenin nefret ettiğim iyodoform kokusu midemi kaldırdı. Deli gibi kusmaya başladım. Hastane kokusu bana hep, anneannemi yoğun bakımda kurtaramadıkları o lanet günü anımsatır. On sekiz yıl geçmesine rağmen ne zaman iyodoform kokusu duysam midem deli gibi bulanır ve anneannemin öldüğü o güne giderim.

Güleç yüzlü bir Doktor geldi: “Aramıza hoş geldin Zeynep!” dedi. Nerede olduğunu biliyor musun gibi basit sorularla bilincimin yerinde olup olmadığını kontrol ediyor bir yandan da göz bebeklerimi inceliyordu. “Tepkiler normal, nabız iyi.” Durumumu hemşireye aktarıyor o da dosyama işliyordu. Anneme döndü: “Evet hastamızı iyi gördüm. Şimdi komiser Hüseyin Bey gelecek ve birkaç soru yöneltecek, hazır mısınız buna?” Annem hayır daha yeni açtı gözünü rahat bırakın kızımı diyecek oldu, ben atladım hemen, “Tabii ki doktor bey, gelsin, fazla hatırlamıyorum ama yardımcı olmaya çalışayım,” dedim. Cümlemi bitirmeden elli- altmış yaşlarında hafif saçları dökülmüş, iri yeşil gözlü, yapılı bir bey odaya girmişti bile, yanında iki kadın memurla. “Geçmiş olsun! İzninizle fazla vaktinizi almadan birkaç soru soracağım,” dedi.

Kaçırıldığım geceyle ilgili kısa ve net sorular yöneltti. Bense sürekli, “Bilmiyorum! Hayır, hiç görmedim. Tanıdığım biri olduğunu sanmıyorum. Beni nerede tuttuğunu bilmiyorum. Sesini hiç duymadım,” dan başka bir şey söyleyemedim. Ses yalıtımı olan bir odada tutulmuştum sanki. Çıt yoktu. Gözlerim, ellerim bağlı, kulaklarım tıkalı gibi karanlık ve ölüm sessizliğindeki bir yerde bir hafta geçirmiştim.

Hatırladığım tek şey adamın kokusuydu. Belli zamanlarda odaya giriyor, arkadan iple bağlayıp bıraktığı bileklerimi metal bir boruya kelepçeliyor eteğimi yukarı sıyırıyordu. Sonrasını hiç hatırlayamıyorum. Sanırım o ara beni yine bayıltıyordu. Sadece kendime geldiğimde kasıklarımda bazen de yumurtalıklarımda korkunç bir acı, ağrı ve sızlama hissediyordum. Gözlerim hep kapalıydı. Benimle işi bittiğinde ağzıma tıkıştırarak bir şeyler yediriyor, boşaltırcasına su içiriyordu. Oda soğuk değildi. Klozeti de itekleyerek götürüp öğretmişti, el yordamıyla bulabiliyordum. Tuhaf bir şekilde hiçbir şey görmüyor ve duymuyordum. Dokunup keşfetmeye çalışsam da odada belirleyici bir nesneye rastlayamamıştım. Beynime kazınan tek şey adamın kokusuydu. Odaya her girdiğinde hatta girmeden önce kokuyu almaya başlıyordum. Yanıma yaklaştıkça yoğunluğu artıyordu. Sonra beni bir şekilde bayılttığı için kendime geldiğimde odaya sinen kokusunu duyup yine irkiliyordum. Yeşil şişede üzerinde asker künyesi gibi küçük metal plakada adı yazan kokuydu bu, babamın kullandığı kokunun aynısı. Tüm çocukluğum boyunca babama ne zaman sarılsam bu kokuyu çekerdim içime. Güven duyduğum, kendimi huzur dolu hissettiğim baba kokusuydu bu.

Beynim allak bullaktı! Aynı kokuyu duyunca önce yine huzur hissediyor ama birkaç saniye sonra huzurun yerini endişe, korku ve dehşet kaplıyordu. Beni bayıltıp işini bitirdikten sonra uyandığımda da ilk o kokuyu alıyor, bir an küçük bir kız olup babamın kucağına gidiyor mutlu oluyor ama sonra birkaç saniye içinde yeniden dehşet duygusu her yanımı kaplıyordu.

Hatırladığım, hissettiğim her detayı komisere anlattım. Annem yanı başımda hıçkırıklara boğulmuş ağlıyordu. Babamı ilkokula başladığım yıl trafik kazasında kaybetmiştik. Haberleri seyrederken gördüğümüz kazada ölen şoför meğer babammış. Polis merkezinden gelen telefonla öğrenmiştik. Annem uzun süre kendini toparlayamadı. Sofraya oturmak için babamı beklerken gelen ani ölüm haberi kadıncağızı darmaduman etmişti, beni de… Yaşananları çok hatırlamıyorum. Aklımda kalanlar evin sürekli kalabalık oluşu, okunan dualar ve gelenin gidenin başımı okşamasıydı. Babamı sorunca iş için yurt dışına gittiğini söylediler. Önceleri sorun etmemiştim ama sonrasında babamın bizi neden hiç aramadığını anneme sık sık sormaya başladım ve bir daha hiç arayamayacağı gerçeği ile tanıştım. Bu süreçte beni bir doktora götürdüler. Psikiyatri bölümüyle ilk tanışmam o zaman oldu. İnsan zamanla alışıyor ya da alışmak zorunda kalıyor; her neyse işte!

Buna da alışacağız. Doktorumun yurt dışına taşınmasına üzülsek de, beni güvendiği birine emanet etmesi içimizi rahatlatıyordu. İlk görüşme salı günü sabah 10.00’a verildi. Annem beni arabayla kapıya kadar bıraktı, bir saat sonra almaya gelecekti. Kapıdaki görevli bekleme salonunu gösterdi. Olayın henüz çözümlenememiş olması ne kadar canımı sıksa da hayatıma devam etmek zorundaydım. “Koridorun sonunda, sağdaki oda!” dedi danışmadaki kız. Kapıya doğru yürüdükçe dizlerim titremeye başladı, nefes alış verişlerim hızlandı. Koridor bir türlü bitmek bilmiyordu. Nihayet kapıyı çaldım. İçeri girdiğimde doktorum bana doğru yürüdü ve elini uzattı: “Hoş geldiniz Zeynep Hanım.” Artık daha fazla ayakta duramıyordum. Gözlerim karardı… Bayılmadan önce son gördüğüm masada duran, yeşil, üzerinde asker künyesi gibi küçük metal plakada adı yazan kokuydu.