Günlerdir odamdayım. Derin bir nefes alıyorum, sanki ciğerlerime dolmuyor hava. Öldüğümden şüpheleniyorum bazen, etimi sıkıştırıyorum, canım yanıyor. Yaşıyorum diyorum ama farklı bir boşluk bu, hissiz bir yaşam gibi. Masamın üzerinde en son üç gün önce yediğim kahvaltı tabağının üzerinde yer yer yeşile dönen peynir, yumurta ve küflenmiş ekmeğe gözüm takılıyor. Gözlerim hâlâ var. Kokusunu duysam tahammül edemezdim, görmek aynı şey değil. Günler önce onu öbür dünyaya gönderip kendimi odama attığım zaman çıkardığım çoraplar da hiç dokunmuyor. Midem biraz bulansa da hiçbir duyu bir diğerinin yerini tutamıyor. Ufak penceremden güneşin son yansımasını görüyorum, pencereyi açıyorum yine boşluk, o sevmediğim egzoz kokusu bile yok.
Evet, hiçbir koku duymuyorum. Dünyada artık kimse hiçbir kokuyu duymuyor. Bu yüzden hiçbir şeyin hissi sahici değil ve artık her şey olabilecek en yüksek ölçüde yavan. Virüsle kaybolan kokular yanlış ve eksik bir yaşama boyutuna geçirdi insanlığı. Bu boyutta da insanlık içinde sakladığı o vahşi canavarı zapt etmeye uğraşmadı. Bütün kötücül düşünceler bu kötücül yaşamı besledi ve şeytan gibi ruhani bir canavarın insanların ruhunda dolaşması normalleşti. Aslında insanlık tarihi boyunca hiçbir şey normal değildi. Normal diyerek kendini rahatlatmaya çalışmaktan başka bir şey yapmamıştı bin yıllar boyunca insanlık. Bense kendimi odama kapatmış evrenden tamamıyla soyutlanmaya çalışıyordum. Bir tadı yoktu yaşamın, duyulmayınca kokusu… Artık yalnızca kokusuz odamdayım; sık sık gözlerimi kapatıp mis gibi çiçek kokusunu hayal ediyorum, yağmurdan sonraki toprak kokusu, sonra fırında kabaran kekin kokusu, sonra… Sonra o içimi acıtan parfüm, sonra da kaybettiğim sevdiğimin kokusu. Duyamıyorum. Ben şimdi nasıl rahatlayacağım, neye sarılacağım? Elimde kalan eski kırmızı kazağı, ona sarılıyorum. Bütün parfüm şişesini döktüm genzim yanıyor, ciğerlerimde için için harlanıyor derin nefesimde sönmeyen yangın ama zerre kadar koku duymuyorum. Gözlerimden dökülen yaşlarla kazağa sarılıp uykuya dalıyorum. Bence şimdi dünya, bu yaşadığım kokusuz oda kadar.
Gözlerimi açtığımda genzimdeki yanma hiddetli bir yangına dönüşmüş sadece genzim değil evimde çıkan yangınla bana kalan küçücük dünyam da yanıyordu ve ben aniden siyahi dumanların arasında gözlerimden akan yaşlara eşlik eden amansız bir öksürüğe kapılmış boğulurken buldum kendimi. Kokusunu duyamadığım duman ciğerlerimi esir etmişti bile. Pencereye uzandığımda etrafın sanki güneş hiç batmamış gibi aydınlık olduğunu ve yalnızca bizim evin değil sokaktaki bütün evlerde yer yer çıkan yangınları gördüğümde kapıldığım dehşetle kendimi günlerdir atmadığım o büyük adımla odamdan dışarı atıyorum. Sokağa indiğimde etrafta alevden bir dünya karşılıyor beni, çöplüğe dönmüş evlerden yükselen kara duman ve alevlerin arasında yürüyorum. Etrafta çığlıklar ve oluşan ağır metan gazına dayanamayıp sağa sola yığılanlar… Ne itfaiye ne ambulans ne de polis var. Hiçbir siren sesi yok. Terkedilmiş bir şehrin cehennem azabını iliklerime kadar hissediyorum. Sağır edecek kadar pervane sesleri virüsten bir türlü kurtulamamış bu şehrin üzerinde feryatları bastırarak yankılanıyordu. Beraberinde sokakların, evlerin, insanlığın üzerine düşen gülle gibi alev topları helikopterlerden amansız bir yağmur gibi yağıyordu. Beklenmedik durumlar hep bir hasar bırakır ya da yok eder. İnsanlığın robotlaştığı bu çağda tanrıdan rol çalan insanlık, cehennem gazabını bu dünyada yaşatıyor, şehri içindeki bütün canlılarla diri diri yakıyordu.
İçimden en vahşi çığlıkları atarak sessizce yürüdüm caddeler boyunca, yanan evlerin külleri üzerime yağdı. Kulaklarım sanki sağır oldu, sessiz ve imkânsız bir filmi izliyordum. Kalbimdeki yangın dünyayı mı sardı yoksa? Sonunda göğsüme düşen bir ateş parçası kalbimden başlayarak bedenimi yakmaya başladı. Hızla çarpan kalbime ve alevlerin sardığı bedenime aldırmadan yürüyordum. Tıpkı onu ilk gördüğüm günün gecesi sokaklarda sabaha kadar yürüdüğüm zamanki aniden kara sevdaya tutulmuş en delikanlı halim gibi… Hangi acı daha beterdi? Kaybedilen her candan sonraki içinin yanması mı yoksa dışının mı? Her ikisini de bu dünyada her zerresine kadar yaşayarak sonra da yanarak kayboluyorum evrenden.
Küllerim savrulacak asırlar boyu belki de ve bu acıyı anımsayan kim varsa genzinde ince bir yanma hissi bırakacak. İstemsizce ağlıyorum, gözyaşlarım da söndürmüyor bu alevi. Deli deli esen rüzgârla küllerim havaya savruluyor, binlerce insanın külleriyle birleşiyor gökyüzünde, kara bir bulut oluyor, sonra o bulut cehennemi anlatmak için başka bir gökyüzüne doğru yola çıkıyor. Kokular gibi yok olsak da bu zulmün de izi hep kalacak, tarih boyunca yer eden kıyımlar gibi hep hatırlanacak… Şimdi içine hapsolduğumuz kara buluttan kopup hangi coğrafyadaki sancılı hayatın üzerine yağsak tarihin yakıcı gölgesinde karanlık bir hüzün kokacak evren ve yakacak kadar acı bir tat bırakacağız yüreklerde…