“Hüzün zaman zaman

Deli dalgalarla gelir

Gönlümün kıyısına vurur…”

Deli dalgalar var evet. Aklımda, gözlerimde, ayaklarımda… Gökyüzünün maviliğine bakarken, hava o kadar aydınlık, temiz, güneş o kadar okşayıcı, hayatsa o kadar hafif. Ne zaman bu duygular bana geldi, ne zaman ben bu kadar arındım, farkında bile değilim. Ama şimdi kumsal o kadar sakinken köpük köpük gelen, sarıp sarmalayan ve ardından nazla çekilen o serin dalgaların ayaklarımda dolaşması ve her değdiğinde beni iyileştirmesi…

Aklımda yumuşak bir ses, o aynı şarkı. Hayat ve o şarkı.

“Islak kumlara yazılmış hikayeler,

Umman’a karışır,

Silinir, yavaş yavaş…”

İki tarafı sarmaşıklarla kaplı taş merdivenleri ağır ağır çıktım. Demirleri paslanmış bahçe kapısını yavaşça ittim. Sonbaharın renklerini almış kuru yapraklarla kaplı yolu dalgın dalgın yürüdüm. O çok iyi bildiğim köşkün kapalı kırık panjurlarına, boyaları çatlamış ahşap duvarlarına, kapısına, bir kez daha uzun uzun baktım. Kapının ince oymalarını, soluk mavi rengini, kararmış pirinç tokmağını aklıma yazdım. Eşiğin yıpranmış kaygan mermerinde ezberlediğim oyukları aradım. O kapıdan tekrar girecek miydim bilmem. Ya da girmek isteyecek miydim?

Elim zile uzandı. Çalamadım. Kimse yoktu zaten içerde. Bütün anılar orada koşup duruyordu. Gürültülü hayaletler gibiydiler. Bağıran, koşan, ağlayan, kahkahalarla gülen, hasta olan, birbirlerine çelme takan, şarkı söyleyen hayaletler. Bazen de suskun, hüzünlü, yorgun hayaletler.

Hayaletlerden biri, bir yazı masasının başındaydı. Yaşlı, ince, huzurlu bir yüzü vardı. Bir erkekti. Sanki gecelik elbisesi var gibiydi üzerinde. Sakindi, önünde yıpranmış bir kâğıt yığını duruyordu. Elinde tüy şeklinde bir kalem tutuyordu. Bir mürekkep hokkasına kalemi hafifçe batırıp bir şeyler yazıyordu. Gülümsüyor gibiydi. Acaba sevgilisine mektup mu yazıyordu? Tanıdığım biri miydi yoksa çok daha eski zamanlardan mı gelmişti? Arkasındaki, tülü düzensizce kenara çekilmiş pencereden gelen bir ışık huzmesi kağıtların üzerine düşmüştü. Boş bir odanın ortasında yalnızca yazı masası ve o hayalet vardı. Boş bir oda. Hayalet yavaşça yok oldu.

Bir kız çocuğu çıkıyordu merdivenlerden. İkiye ayrılmış örgülü sarı saçları, dantelli yakası olan çiçekli elbisesiyle, narin kolları bacakları, tertemiz bakışlarıyla trabzanlara tutunarak tek tek basamakları çıkıyordu. Yürüyemiyor muydu? Yanında kimse yok muydu? Mutlu gibiydi. Annesini arıyordu. İnce sesiyle “Ben geldim anne” diyordu. “Ben geldim”.  Annesi onu duyuyor muydu?

Annesinin yatağı boş bir odanın ortasındaydı. Küçük kız kapıyı çekinerek araladı, yatağa doğru gitmeye çalıştı. Annesinin gözleri kapalıydı, yüzü sisler içindeydi, soluktu, yorgundu. Annesinin soğuk elini tutup yanağına götürdü. Yanağında o eli ısıtmak istedi. Öptü, kokladı, anlamadığı bir şey vardı. Annesinin eli zayıftı, halsizce bir kenara düşmüştü. Küçük kız ona sarıldı, öylece kaldı. Sonra ikisi birden yok oldular.

Bir genç adam vardı. Üzerinde zabit giysileriyle. Yorgundu. Giysileri tozlanmış, yıpranmıştı. Ama rütbeleri parıldıyordu omuzunda. Yüzü güneşten yanmış, sakalları uzamıştı. Başında kalpağı vardı. Terli yüzünü bir mendille sildi, gülüşüyle düzgün dişleri ve gamzeleri göründü. Gülüşü güneş gibi aydınlıktı. Elindeki tüfeği bir kenara dayadı, kollarını iki yana açtı. Kimi kucaklıyordu? Kim koşuyordu ona doğru? Diz çöktü, o iki sarı örgüsü olan küçük başı göğsüne dayadı. Öyle kaldılar. Gözlerindeki yaşları kimse görmedi. Sonra silindiler, kayboldular.

Yaşlı bir kadın oturuyordu bir kenarda. Feri kaçmış mavi gözleri pencereden dışarıya dalmıştı. Birilerini mi bekliyordu? Beyaz saçlarını bir tülbentle saklamış, iki küçük altın küpesi kulağında, göğsü ilikli uzun pazen elbisesiyle her zamanki koltuğuna saklanmıştı. Omuzlarına el örgüsü bir şal atıvermişti. Odada bir o, bir de duvar saati vardı. Saatin gidip gelen sarkacı amansız bir bilinmezliğin sesiydi. Yaşlı kadın umutsuzca etrafına bakındı. Elindeki soluk çerçevede gençliği ve sevdiği vardı. Gidenler gelir miydi? Çaresi var mıydı ölümün? Kapı tokmağının sesine kalktı. İçinde bir çırpıntı duydu. Posta mıydı? Pencereden yola baktı. Kimse yok gibiydi. Hayal miydi duyduğu? Soluk mavi gözlerindeki durgun bakışla birlikte silueti silindi gitti.

Genç bir kadın vardı. Boş bir odadaki piyanonun başındaydı. Siyah dalgalı saçları beline kadar uzanıyordu. İnce parmakları müziğin iniş çıkışlarıyla tuşlarda uçuşuyordu. Arkasında durmuş kendisini dinleyen adama doğru çevirdi başını. Sevdiği ve özlediği adama. Ayağa kalktı. Sarıldılar. Notalar susmadan devam ediyordu. Odada piyano, müzik ve ikisi vardı. Öylece kaldılar. Sonra yavaşça kayboldular.

Evin merdivenleri, kapıları, mutfağı, pencere camlarındaki lekeler, tahtalardaki çatlaklar, hepsi yaşanmışlığı, dokunulmuşluğu zamana yenilmişliği anlatıyordu. Sevinçleri, kavuşmaları, uykuları, kayboluşları, aşkları ve çaresizlikleri anlatıyordu. Kiremitlerdeki rüzgâr uğultularını, camlara vuran yağmur damlalarının tıkırtılarını, o bitmeyen devinimi. Ama evin sakinleri bir bir siliniyor, kayboluyordu. Sessizce.

Eşikte bir süre öylece oturdum. Alışık olduğum o esintiyi hissettim, yaprakların kulaklarımda kalan hışırtılarını dinledim. Ne kadar direnirsem direneyim, o kayboluşun bir gün beni de alacağını, sevdiklerimin yanına savuracağını biliyordum. Karşımda durmuş kımıldamadan bana bakan yemyeşil gözlü kedi yavrusuna doğru uzandım. Oyuncu bir edayla yaklaştı. Burnuna dokundum, kokladı. Gerdanını okşadım. Kaçmadı. Kucağıma aldım. Birlikte merdivenlerden indik. Aklımda aynı şarkı vardı.

“Hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir

Son kum tanesini alana kadar”