Enginarı annesinden öğrendiği gibi pişirecekti. Düdüklüyü ocağa koydu.  Buhar ses verince kısacaktı. Saate baktı: 14.30 

(Seninle mutluyum, teşekkür ederim. Artık gelecek için ümidim kalmamıştı. Emekli olmayı düşünüyordum. Güneyde bir köy evi. Sabahları yürüyüş. Kitaplar, müzik, akşamları bir iki kadeh. Sakin bir yaşam. Dayanabilir miydim, bilmiyorum. Deneyecektim. Lakin olmadı. Farkında olmadığım, derinlerde saklanan bir özlem gün yüzüne çıktı sana rastlayınca. Aniden. Yaptığım planları rafa kaldırdım.   Sen bana bir armağan oldun.  Yaşım geçiyor. Kırkların sonuna geldim. Sense kırk bile değilsin.)

Çok güzel bir et vermişti kasap; marine etti, en az bir saat buzdolabında dinlenecekti. Düdüklüden ses gelince altını kıstı, yirmi dakikaya ayarladı.

(Sana karşı dürüst olacağım. İyi bir işim var, güzel kazanıyorum. Yakışıklı olduğumu söylerler. Yalnız kadınlar değil, erkekler de. Bazı maceralar yaşadım. Bunu tahmin edebilirsin. İş hayatı beni çabuk olgunlaştırdı. Onlarca kadın tanıdım. Yaşadığım coşkulu hayatın yıllar boyu devam edemeyeceğini anladım. Seni tanıyınca dingin bir yaşamı özlediğimi hissettim. Şirketteki stresli pazarlama bölümünden planlamaya geçtim. Uzun ve güzel günlerimiz olacağını biliyordum.) 

Salona geçti, sigara yaktı. Yeniden mutfağa döndü. Sade bir kahve pişirdi. Pencere yanındaki koltuğa oturdu. Kahvenin acı tadı ağzında dolaştı. Bitirince fincanı kapattı. İkinci sigarayı yaktı. Elleri titriyordu. Göğsünde hafif bir çarpıntı hissetti. Nefesi sıklaştı. Sebebini bilemedi. Sinirli miydi? Yoksa heyecanlı mı? Gözlerini kapatıp arkasına yaslandı. Bir süre sonra düdüklünün alarmı çaldı. Kalktı. Daha iyi hissediyordu kendini. Ocağı kapattı. Saat: 15.00

(Kendime güven geldi onu daha yakından tanıdıkça.  Sigarayı azalttım. Bırakacaktım kısa sürede. O içmiyordu. Tensel, ruhsal ve zihinsel uyumumuza ikimiz de şaşırıyorduk. Sanki bilinçli bir ergen aşkı yaşıyorduk. Yapmacıktan uzak sevgi ve saygı çemberi içindeydik. Birikimli bir kişiliği vardı. Sinema, tiyatro, edebiyat, müzik üzerine konuşabiliyorduk. Hayranlığım artıyordu. Seviyordum. Mutluydum. Mutluyduk. Geceleri dua ediyordum. Nazara inanmaya başlamıştım.)

Acelesi yoktu. Yemeğe oturmak için daha dört saat vardı. Birden fikir değiştirip salatayı hazırladı. Dolaba koydu. Senin yaptığın salataya bayılıyorum,  derdi. Rostoyu fırına vermek için erkendi. Salona geçti, bir sigara daha yaktı. Ellerinde yine bir titreme hissetti. Biraz içki iyi gelecekti. Saat 16.00’ya varmıştı.

(Sen bana iyi geliyorsun. Cennette, bulutların üzerindeyim sanki. Sende kayboluyorum adeta. Huzurlu bir kayboluş. Sıcaklığın, nefesin, kokun muhteşem. Yumuşak bir cildin var. Sana sokulup uyumak istiyorum. Küçük yaşta kaybettiğim annemin sıcaklığı var sende. Kollarında çok az uyudum. Senin koynunda onun şefkatini yaşıyorum. Kokusunu hissediyorum. Minnettarım bu duyguyu yaşattığın için.  Seninle evlenebilirim, anlıyor musun?)

Eti dolaptan çıkardı. Yumuşacık olmalı, iyice pişmeliydi. Ağızda dağılmalı, çiğnerken damakta nefis bir lezzet bırakmalıydı. Onu tanıyordu, kaliteli yemekten anlardı. Fırın ısınınca rostoyu koydu. Ağır ateşte bir saat kadar pişecekti.  Saat: 16.30

(Üç yıldır beraberiz. Hatırlar mısın, ilk yılın sonunda evlilikten söz etmiştin. Benim böyle bir isteğim yoktu. Ben seninle böyle de mutluydum. Evliliği hiç düşünmedim. Yine de kulağa hoş geliyordu. Beni bırakma yeter. Ben artık sen oldum. Lâkin kafamı kurcalayan bir mesele var. Son aylarda durgun ve isteksizsin. Bir sorun mu var? Hayır diyorsun ama davranışların değişti. Eski coşkulu halin yok. İş yerinde bir sıkıntı mı var? Yoksa? O ihtimali değil söylemek, düşünmek bile istemiyorum. Açık konuş lütfen. Ben olgun bir insanım. Susuyorsun. Neden? Baş edemem diye mi korkuyorsun? Söyle. Fakat lütfen yalan olmasın.)

Hava kararıyordu. Yedi gibi gelirim demişti. Masayı hazırlamalıydı artık… Soğumaya bıraktığı enginarların üzerine dereotu doğradı. Kırmızı şarapla birlikte dolaba koydu. Fırın camından baktı. Rosto kızarıyordu. Dağılmadan, tek parça halinde pişmeliydi. Saat: 17.30

(Hayatım, sakin dinleyebilecek misin, beni? Tanıştığımız ilk aylarda sana karşı dürüst olacağımı söylemiştim. Maalesef olamadım. Çünkü seni kaybetmekten korktum. Seninle geçirdiğim günler muhteşemdi. Sona ermesini istemiyordum. İşimde çok başarılıydım. Genel müdürün tek evladı, bir kızı vardı. Onunla evlenirsen firmayı daha ileriye taşıyacağımızı düşünüyordu. Yurt dışı bağlantılar için birlikte seyahate çıkıyorduk. Babasına göre kızı böylece işi kavrayacak, şirket güvenli ellerde olacaktı. Başlangıçta aynı otelde, ayrı odalarda kalıyorduk. Ama bir gece çok iyi bir iş bağlantısı sonrası yediğimiz kutlama yemeğinde içkileri fazla kaçırınca sabah aynı odada uyandık. İkimiz de gençtik.  Daha sonra beraberliklerimiz sıklaştı. Seni de bırakamıyordum. Farklıydın çünkü.)

Salatayı dolaptan çıkardı. Büyük annesi, “Kızım salata yapınca bir cimriye tuz ektir, bir cömert kişi yağ gezdirsin. Miktarı kâfi limon sık. Sonra bir deliyi çağır, karıştırsın. Salatanın lezzeti böyle gelir,” derdi. Aynen dediği gibi yaptı. Rostoyu fırından çıkardı. Çatalın tersiyle bastırdı. Yumuşaktı. Tam kıvamında. İki kadeh çıkarıp masaya koydu. Şarap için buz kovasını çıkardı. Bir sigara daha yaktı. Bu dördüncü olmalıydı. Saat: 18.15

(Ne demek bütün bunlar?  Yâni bunca süre ikimizi de idare ettin öyle mi? Dürüst olduğunu söylemiştin yıllar önce. Beni kullandın. Dokunma bana! Özür dileme. Konuşma. Hakaret gibi geliyor sözlerin. Ah benim şaşkın kafam. Kendimi inandırmıştım sonunda. Beraberliğimiz o kadar güzeldi ki… Bir ömür boyu… Yoksa çok mu safım? Seviyordum seni. Lâkin aşk, tutku gözlerimi kör etmiş de haberim yokmuş. Annen gibi gelmişim sana. Sus!Yalan!  Duygularımla oynadın. Beni perişan ettin.  Yazık bana.  Nasıl yaşarım bundan sonra bilmiyorum. Hayallerim yıkıldı. Kabahat benim. Kendimi affetmiyorum. Kendime çok kızıyorum. Seni anlıyorum. Hayır anlamıyorum. Anlamak istemiyorum. Git, yalnız bırak beni lütfen. Defol bile diyemiyorum sana.)

Saate baktı, yediye geliyordu, neredeyse gelir diye düşündü. Birden heyecanlandı. Zil çaldı zannetti. Göz deliğinden baktı. Koridor karanlıktı. Elleri titriyordu. Şarabı dolaptan çıkarıp iki parmak koydu, bir yudum içti. Yeniden sigara yaktı. Salona geçip dolaşmaya başladı. Oturdu, hemen kalktı. İçi içine sığmıyordu. Sakin ol, dedi içinden. Sigarasını söndürdü. Öpüşürken ağzı kokmamalıydı. Şarabını bitirdi. Tekrar saate baktı. Geç kalmıştı. On dakika. Oysa dakikti. Meraklandı. Yoksa gelmeyecek miydi? Bu fikri kafasından attı. Emindi, gelecekti. Çünkü bu son buluşmaları olacaktı. 

 “Hayatım, telefonlarıma cevap vermiyorsun. Mesaj yazmak zorunda kaldım. Seni görmem lâzım. Belki bir daha göremem. Çünkü yurt dışına yerleşiyoruz. Bir akşam yemeği… Senin evde olsun. Kızgınsın, biliyorum. Eski, güzel günlerin hatırına. Beni kırma. Lütfen. İstersen sadece yemek yeriz, enginar pişir, sevdiğimi bilirsin. Bir müddet için son yaşadıklarımızı unutalım. Konuşuruz, ya da sessiz kalıp şarap içeriz. Beni aramazsın, biliyorum. Lütfen mesaj gönder. Zamanım çok az. Bekliyorum.”

Cep telefonu titredi. Mesajda “Trafik yoğun, on dakika içinde oradayım,” yazıyordu. Evet geliyordu. Aslında son bir buluşmayı o da istiyordu. Sürpriz hazırlamıştı. Eski geceleri hatırlatan son bir birliktelik. Son bir yemek… Ona bütün mutlulukları yaşatacaktı. Kendisiyse sadece bir erkekle beraber olacaktı. Coşkuyla. Uzun bir gece, diye düşündü. Hınçla, kederle, gururla sevişecekti. Terk edilmişliğin, aldatılmışlığın, yalnız bırakılmanın, kullanılmışlığın öfkesiyle… Bu düşüncelere bir an için ara verdi. Saate baktı. Yirmi dakika olmuştu. Yoksa gelmeyecek miydi? Kalbi sıkıştı. Bunca hazırlık boşa mı gidecekti? Gelecek diye söylendi. Mesajı içtendi. Üstelik enginarı severdi. Yumuşak. Yağ gibi kayacaktı boğazından. Kaçıramazdı bu son yemeği.

(Uzun bir gece yaşatacağım ona. Önce yavaş, yumuşak, sakin! Sonra coşkulu olacak. En sonunda tüm gücümle final yapacağım. Nefesi kesilecek. Söyleyecek söz bulamayacak. Lâl olacak. Hep ben konuşacağım. Gururumu kırdığını, beni perişan ettiğini, ruhumu incittiğini, boş bir çuvala çevirdiğini, nefret ettiğimi, fakat yine de onu sevdiğimi gözyaşları içinde yüzüne haykıracağım.   Tüm cevaplarını ağzına tıkayacağım. Bir suçlu gibi bana hak verecek. Konuşma gücü bulamayacak. Ben keyfini süreceğim tüm benliğimle, ruhumla. O muhteşem ve acı dolu saatler geçirecek. Şaşıracak. Şok olacak…) 

Hâlâ gelmedi.  İnşallah bir aksilik çıkmaz, diye düşündü.  Elleri titremeye başladı.  Kalbi çarpıyordu.  Derin nefes aldı. Yemek masasına son bir defa baktı.  Her şey tamamdı.  Rosto bıçağı keten peçetenin altındaydı.  Örtünün bir köşesini hafifçe kıvırdı.  Bıçağın sapı kolayca alınacak şekilde ortaya çıktı. Saatine baktı.  Yarım saatlik bir gecikme olmuştu.  Beklemek ölümden beterdi. Tekrar derin bir nefes alıp ipek bluzunun yakasını düzeltti.  Gelecek dedi. Gelmeli. Yoksa yaşayamam… 

Bu esnada zil çaldı… İki kısa bir uzun.  Bu o, dedi.  Geldi. Kapıya doğru yürürken çok sakindi. Ne yapacağını bilen birinin kararlılığı ile kapıyı açtı: 

“MÜTHİŞ GECEYE HOŞ GELDİN SEVGİLİM!”