Hava sıcak, güneş pırıl pırıl, gökyüzünde güneşten solmuş birkaç da bulut. Vapur görünüyor bembeyaz teniyle ve boğuk boğuk bir öksürükle iyice yaklaşıyor. Denizin iyot kokusunu bastıran yoğun yosun kokusu ciğerlerimi yakıyor. Martılar konuyor omuzlarıma, kanatlarından köpük damlayan martılar. Güvertenin kıç tarafına oturuyorum, en sakin en boş orası.  Yanımda çok fazla insan olsun istemiyorum, düşüncelerime kulak misafiri olmalarını da…

Deniz geri geri gitmeye başlıyor. Martılar, vapurla yarış edercesine kanat çırparken, birileri fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Biri gazetesini okurken, dökülen susam parçalarını elliyle ittiriyor. Biri diğerinin gazetesine göz dikmiş, tostunun uzayan kaşarıyla mücadele ediyor. Diğeri dalmış uzaklara, kim bilir neler düşünüyor. Kimileri yan gözlerle bakıyorlar birbirlerine. Çaycı çocuk martı gibi süzülüyor güvertenin bir ucundan diğerine, tepsideki çay bardakları dans ediyor. Bir hayli uzun zaman oldu aslında.

Senelerdir özlemini çektiğim şehirle tekrar kucaklaşabilmek… Her şey ne kadar tanıdık ve bir o kadar da yabancı…

Vapurun denizle olan dansına dalmışken kulağıma çarpan deklanşör sesi sessizliğimi bozuyor. İç sesimi de alıp karşı tarafa geçip oturuyorum.

“Hey! Müziğini unuttun. Müziğini burada bıraktın. İnsanın sesini kaybetmesi korkunç olur değil mi? ”

Kocaman bir gülümsemeyle gözlerimin içine bakıyor. Gülüşünde sadece mutluluk değil, haylaz bir coşku, sarıp sarmalayan hercai bir neşe var.

Bir anda içime işleyen o gülüşün ardında sanki bambaşka bir diyar saklı.

“Ahh! Çok teşekkür ederim. Gerçekten sesimi kaybetmem korkunç olurdu. Ama sizin deklanşör sesiniz pek unutulacak gibi değil.”

Off Allah’ım! Neden böyle bir tavır yaptım bilmiyorum. Hep deklanşör sesi yüzünden! Dede yadigârı kemanımı unutmuş olsaydım gerçekten sesimi kaybetmiş olurdum. 

“Çok şanslısınız o zaman. Ben sizin müziğinizin sesini hiç bilemeyeceğim.”

Allah’ım! Ukala da ayrıca. Hâlbuki sessizliğimi bozduğu için ne kadar şanssızım. Yıllardır hasretle beklediğim vapur sefam da ahengini yitirdi.

“Bilemediğimiz birçok şey müzik gibi işte. Oradan oraya ses dalgalarıyla dağılıyor, nereye gittiğini bilmeden. Müziğim de böyle.”

“Karanlığı yırtan o muazzam ses işte, müziğin tılsımı. Müzik ve fotoğraf kardeş sayılırlar aslında.”

“Kardeş mi?”

“Evet. Ne derler hep ‘göz kapıda, kulak çalacak telefonda’, ‘göz kulak olmak’ gibi. Bir fotoğrafa baktığınızda sizi eskilere, anılara, çok uzaklara götürür. Müzik de öyle değil mi?”

“Yani, evet. İkisi de en hüzünlü hatırlatıcılar diyebiliriz.”

“Bu arada ben Tolga!”

“Ben de Ayla!”

Tokalaşmak için elini uzattığında, gözlerimi, coşkuyla akan bakışlarının içine öylece bıraktım. Sessiz sedasız fısıldayan rüzgârın, ılık ılık tenime dokunması gibi. Ayrıca karşındakinin gözlerini dinleyebilmesi de çok tehlikeli.

Vapur denizi yara yara ilerliyor, dalgalar vapura inat çarpıyor. Kalbime dolanı, aklım almıyor. Ama hiç görmediğim halde tanıyorum. Hiç bakmadığım halde görüyor, uzaklardan gelen bu kokunun tadını biliyorum. Köpüklerin denizle kucaklaşması gibi sarılabiliyorum ruhuna. Hakkında hiçbir şey bilmediğim birini nasıl tanıyabilirim ki? Nasıl bu denli sarpa sarar dalga denizi? İnsan dokunmadığı halde bu denli hissedebilir mi?  Bırak dokunmayı göz göze bile gelmediği birini böyle tanıyabilir mi? Ama tanıyorum bu elleri, bu ellerdeki çizgileri. Önceki hayatımdan biri mi? Yoksa yine mi çıkıp geldi?  Aslında çok iyi tanıdığım ama bir o kadar da yabancı olduğum sen misin, ben mi?

“Fotoğraf çekmek de benim için her zaman başlı başına bir sanat olmuştur.”

“Aslında ben manzara, deniz, börtü böcekten ziyade sokak ve insan fotoğrafları çekiyorum. Yani yaşayan sokakların.”

“Sokaklar bir sürü hikâyelerle dolu, değil mi?”

“Siz hiç denizi seyrederken ıslandınız mı?”

“Islanmanın birçok insandan daha fazla huzur verdiğini gördüm. Ya siz? Hiç ufuk çizgisinin üstünde yürüdünüz mü?”

“Kızıl tonlarına dönmeye başladığı vakitlerde yürümek yerine dans etmeyi tercih ederim. Görmek ister misin?”

“Islanmadan gökyüzüne varabilir misin? ”

“……..”

Vapur düdüğünün çalmasıyla, güvertede martı sesleri yükseliyor, iskele görünüyor. İnsanlar hareketlenmeye başlıyor, büyük bir hengâme içinde çıkışa yöneliyorlar. Vapur yavaşladıkça, duygularım hızlanıyor. Yerimden doğrularak;

“Kemanım için tekrar teşekkür ederim. Sohbet için de.”

“Tanıştığımıza çok memnun oldum.”

“İyi günler. Hoşça kalın.”

“Şeyyy… Heyyyy…”

Sesin geldiği yöne doğru döndüğümde koca bir kalabalık ve ses yığınının ortasında kalıyorum. İçimden sessizce “Hey! Kalbini unuttun!”  diyen sesi tekrar duymak istediğimi geçirip duruyorum.

Vapur yanaşıyor. Hangi iskeleye yanaştığının bir önemi yok artık, rüzgârın saçlarımı dağıtmasının da. Martılar elimden tutuyor inerken, yine o yosun kokusu ciğerlerimi yakıyor. Meltemin tatlı esintisi bulaşmış elime, yüzüme… Adını koyamadığım bu histe sadece adı kaldı. Oysa her şey ne kadar tanıdık ve bir o kadar da yabancı…

Kalbimin hızlı adımlarının aksine yavaş adımlarla yürüyorum. Elimde bir boşluk. Hayır, hayır kemanım değil. Elimdeki boşluk iç sesim. Ama içimdeki sesi dinleyebilseydim şu an hâlâ bekliyor olmazdım değil mi?