“En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir” Montaigne.
Başım ellerimin arasında. Avucumun içinde iltihaplı yara misali zonklamakta şakaklarım. Çalışma masasının üstündeki kül tablasının kenarından ucu küllenmiş sigaramın dumanı tütüyor acı acı. Yanında bir dolu bardak ölüm iksiri. Birkaç yudum kadar yakınımdayken içmek için geceyi bekliyorum ısrarla. Israrımın nedenini anlamış değilim. Gidişimi, karımın fark etmesini sağlamak mı, yoksa kan gölüne dönmüş bu gezegende birkaç saatlik nefes alıp vermeyi ganimetten saymak mı? Uzun zamandır her aldığım nefesle biraz daha boğulduğumdan ikinci nedenin bekleme sebebim olduğuna ikna etmeğe çalışıyorum sorgulayan düşüncelerimi. Böylesi sessiz sedasız çekip gitmek olmasın elbette. Arkamda bıraktığım ihtimallerle benden sonraki yaşamını altüst edemem sevgili Lotte’nin. Kafamda karıma yapacağım kısacık veda konuşmasının giriş cümleleri dolaşıyor hızlı hızlı. İçlerinden birini seçmek, bir öykünün veya romanın başlangıç cümlesini seçmek kadar zor ve sancılı. Avuçlarımın arasına sıkıştırdığım başımı azat bırakıp kalkıyorum sandalyeden. İnce siyah gömleğimin yakasından sarkan kravatımı çekiştire gevşete perdesi aralık camdan yana adımlıyorum ağır ağır. Yazarlık hayatım boyunca en etkili ve en uygun başlangıç cümlelerimi, pencere arkasında saklanmış esin perilerinden avladığım gerçeği geçiveriyor aklımdan. Kelime avı…İnsan, servet, mevki makam avcılığının, kan dökmenin kanserli bir hücre gibi dünyanın dört bir köşesine metastaz yaptığı şimdiki zamanda ünleminizi duyurmanın yegane yöntemidir kelime avlanarak yazmak. Bağırsakları, kanlı süngü uçlarına dolanan suçsuz bir Rus köylüsünün, faşizmin gazap fırınında diri diri yakılan günahsız bir Yahudi’nin imdat çığlıklarına sağır olmamaktır yazmak. Kalemini süngüye dönüştürüp savaşa savaş açmaktır, karşı durmaktır, direnmektir yazmak aynı zamanda.
Benim için sabahı açılmayacak olan gece, Brezilya’yı karalara boğmaktayken usul usul, açık pencerenin önünde durmuş takatimin yettiği kadarıyla direndiğimi düşünüyorum kendi adıma. Ana dilimin Avusturya’sından sürgün düşecek, yasaklanıp yakılan kitaplarımın sayfalarında son zerremin yanıp kül olacağına kadar direnişim yadsınamaz, küçümsenemez. Ama her direnişin o veya bu sebepten dolayı bir kırılma anı vardır ki inkâr edilemez. İşte ben de o anın ortasında pamuk ipliğiyle hayata tutunmaya çalışıyorum aylardır. Koptu kopacağım. Yorgun ve yaşlı zihnim, kan kokusundan uzak, hırslardan arınmış yeni bir dünya önerisiyle karşıma dikilmişken geri tepmem olanaksız, belki de mantık dışı. Bu fani bedende işkence çeken ruhumu göklere salıvermenin zamanı geldi sanırım. Birileri hüküm giydirip de kanlı elleriyle kıracağına, kendi ellerimle kırmak kalemimi… Bir barış savaşçısının süngüye dönüşmüş kaleminin hakkı da bu değil midir zaten? Sorumu pencereden gökyüzüne yöneltirken, lacivert zemine kakılmış yıldızlarla göz göze geliyorum. Kimi parlak, kimi sönük. Beni onayladığını düşündüren parlak bir yıldız arkasından uzayan uçucu kızıl kuyruğuyla birlikte hızla kayarak yitiveriyor fezada. Cesaretimi kamçılıyor önden gidişi. Ana dilimin usta kelime avcılarından Kleist gibi. Adını anımsamışken, göklerde buluşma dileğiyle bir selam yolluyorum ölüme gönüllülerin üstat öncüsüne.
Dışarıdan yansıyan her türlü yaşam belirtisine -camlardaki ışıklara, perde arkasındaki hareketli gölgelere, gece kuşlarının ötüşlerine, sokakta yankılanan ayak seslerine- canlılığı çağrıştıran her ne varsa penceremi kapatıyorum hepsine kararlı bir şekilde. Ölüme hazırım sanırım. Ayların beynimde zonklayan sancılı süreci, sonucunu doğurmuş olmalı. Kulaklarımdan hiçbir zaman silinmeyeceğini sandığım savaş çığlıkları giderek çoğalan bir uğultuyla bastırılmış durumda. Göğsümde can çekişen yaralı kuşun çırpıntıları bile erimiş sonsuzluğun o gri, yoğun uğultusunda. Parmak uçlarımdan başlayarak tüm vücuduma yayılmakta olan buz gibi bir soğumayla titreyerek birkaç adım ötedeki masaya geri dönüyorum. Masa üstünde açık duran defterimin arasındaki kalemi alıp ortasından kırıyorum tek hamlede. Defterimi sonsuzluğa kapatırken, keşke daha fazla savaşma gücüm olsaydı diye mırıldanıyorum günah çıkarır gibi. Oda sessiz, oda ölüm kokuyor. Bardakta pusuya yatmış ölüm odanın her köşesine o denli sinmiş ki, duvardaki saatin yelkovanı bile on bire beş kala akrebin peşinden koşuşunu durdurmuş. Kanı donmuş zamanda eşyalar dahi silikleşiyor gözümde. Neden bomboş odada altındaki masa bile parça parça silinip görünmez olurken, ölüm iksiriyle dolu bardak asılı duruyor boşlukta o somut gerçekliğiyle. Hızla yaklaşıp boşluktaki varlığını kavrıyorum ölümün. Yaşam avuçlarımın arasından kayıp gitmekteyken zehir dolu bardağa sıkı sıkıya sarılıyor parmaklarım. Ölüme tutku, ölümüne susamışlık… Lotte’ye sesleniyorum kana kana içmeden önce. Ölümün her şeyi soğurup yuttuğu boş mekâna ilkyaz esintisi gibi doluyor karım. İnce zayıf yüzündeki tebessüm her şeye rağmen yaşama davetiye niteliğinde mi veya ben mi öyle anlamlandırıyorum, ikircikteyim. Sonsuzluğa adım atmaya bu denli kararlıyken, dirimini bulaştırarak yolumdan caydıracak düşüncesiyle de tedirginim aynı zamanda. Küçücük bir elvedaya dahi müsaade etmeyecek sertlikte duyumsadığım kuşkucu ve baskın bir iç ses de yırtınıyor kafamda. “Ya şimdi ya hemen! Başka seçeneğin yok!”
Başka seçenek arayan kim? Karım o narin tavrıyla karşımda dururken, onun gözlerinin içine bakarak üç dört dolu yudumla gideriyorum ölüme susamışlığımı. Nefes almak işkenceye dönüşünce ağıyı şerbet diye içiveriyor insan olan. Zehrin damarlarıma yürümesine dakikalar, belki de saniyeler kala son kez karımın omuzlarına uzanıyor ellerim. Siyah elbisesinde titreşen kır papatyalarından birini nazikçe alıp taç yapraklarını koparıyorum sırasıyla. Seviyor…
“Bir gün beni özler ve yanıma gelmek istersen, seni sonsuzlukta bekliyor olacağım dinmeyen hasretimle”. Lotte’nin narin parmakları dudaklarıma kapanıp susturuyor beni. Sözlü vedanın ağır yükünü sırtımdan atıveriyor gözlerime kilitlenen gözleri. Kelimelerin anlamını yitirdiği o anın içinde ölümüne ve tutkuyla bakışıyoruz son kez. Ardından ani bir hareketle masadaki yarım dolu bardağı öteki eliyle kavrıyor Lotte. Aşka, birlikteliğe, yaşama kaldırılmış kırmızı şarap kadehi gibi dudaklarına götürüyor ölüm saçan bardağı. Elele tutuşup yatak odamıza geçerken, birlikte yürüyoruz ölüme, hayata yürür gibi.
Muhteşem bir anlatış,içim ürperdi. nerede nasıl ne zaman tükenmişliğin bu kadar acısını, kolay bir okadarda hayata gülümseyerek son konuluşunu.bu kadar güzel anlatan hiç okumadım.tebrik ediyorum aklına emeğine sağlık.