Eski taş köprü, çöplüğe dönmüş çaresizce akmaya çalışan derenin üzerinde minik bedeniyle zamana meydan okuyor adeta, şehrin iki yakasını bir araya getirmeye uğraşıyor hâlâ. Oysaki merkez kenara burun kıvırıp kenar da merkeze burnu büyük dedikçe olmuyor bir türlü… İtişip kakışıyorlar ha babam de babam… Kenar yan, terk edilmiş binalarla dolu. Bazılarının kırık camlarından içerisi görünüyor. Hayalethaneler… Deprem vurup geçmiş, terk etmiş sakinleri. Apartmanlar yıkılmadık ayaktayız halleriyle insanlık omuzlarından iniverince siper edip gövdelerini dayanıyorlar yine de hayata. Dere boyu yer yer kavaklar, binalarla arasında çim bozması taşlıklar, yabanıl otlar fışkırmış her müsait delikten. Doğa boşlukları doldurmuş yine, yeniden, yürümüş evlere, sarılmış beli bükük bedenlere.

Ekim sabahı, hava gri, bulutlar hızla akıp geçiyor kara kara… Soğuk değdiği yeri yakıyor, yağmur ıslatıyor. Bir adam yürüyor köprüden cebinde sımsıkı tuttuğu mektupla… Üzerinde incecik bir ceket, yaka kalkık, omuzlar kısık, bacaklar ince, boğazıysa kupkuru… Durmadan aynı sözcükleri tekrarlıyor: “HepinizeHepinize…” Hızlı adımlarla köprüyü geçerek karşısındaki üçlüye yöneliyor. Birden duruyor, gerisin geri dönüp köprü altına giriyor.  Ezelden beri oradaymışçasına köprüaltının en kuytusuna gizlenmiş filika büzüşmüş duruyor hâlâ yerli yerinde. Duvarın yosunlu karanlığında belli belirsiz bir kalp ve içinde kocaman bir L ile T… Okşuyor kırılmasın dercesine L’sini… “Ne hayaller, ne umutlar, ne kederler benimkilerle birlikte akıp gitti, karıştı hayat ırmağına senin altından,” diye söylenirken birden bağırıyor, “Ama ben! Ben, öyle karışmayacağım, lök gibi konacağım yaşamın ortasına!” açıktaki eli yumruk havada…

Kararlı adımlarla çıkıyor köprü altından. Yağmursa şiddetini gittikçe artırıyor. Gökyüzüne bakıyor bir müddet gözleri kapalı, öyle durup bekliyor. Yıkansın istiyor beyninin görünmeyen kıvrımları en derinine kadar başına, yüzüne vuran şeffaf damlalarla… Götürsün bitmeyen ayrılıkları, geri dönülmez parçalanmışlıkları… Yıkanır, yuğunur, bir güneş gibi tek parça doğar benliğinden belki o zaman, yağmurun ardından.

Oysaki güneşin çıkmaya hiç niyeti yok. Yağmurun şiddetinden kaçıp saklanmış en gizli kuytularına. “Ben gibi!” diyor. Ne çok saklanırdı şu köprü altındaki o küçük sandala. Diğerleri korkar gelemezlerdi yanına. O ise onların korkusundan aldığı cesaretle hep gider gizlenirdi içine. Bir tek o korkmazdı gelmekten yanına: Leyla…  Ebeler, bal gibi bilirler orada olduklarını, köprü altına kadar gelseler de bir türlü bakamazlardı o küçük sandalın içine, en kuytu köşeye. “Tahsiiinnn çık artık, bulamadık seni, sobeledin,” derlerdi. Hiç ebe olmazlardı küçük sandal sayesinde. Şimdi de hayatı hayata başladığı bu yerde sobeleyip sıyıracaktı yine ebelikten!

Başını silkeliyor, düşüncelerin her biri bir yana dağılıyor, uzaklaşıyor sularla. Adımlarını sıklaştırıyor. Karşısındaki üçlüye bakıyor hüzünle. Hizalı terkedildik trio konutlarının ve dahi sistemin çarpıklıkları hizaya sokulacaktı bu devrimle! Sonrası mı? Sonrası, iki beşlik arası dörtlünün iyice bükülmüş beli, strese girmiş belli, yanlardan ha yedim ha yiyecem diye bekleyesi. Müteahhit iki yan beşliğe torpil yaptı desek, e, cebi ısındıysa, tabii ki! Belli ki ortadaki gecekondunun vakti zamanında arsası dörde yettiydi, cepleri de ısıtamayınca! Endamlarıyla beli bükük ortadaki dörtlüğe alaycı baksalar da iki yan beşli, kişi kendini bilmez hesabı ha çöktük ha çökücez durumda vaziyetleri.

Yürüyüp ortadaki beli büküğün kendini hâlâ kapı sanan kapısından içeri süzülüyor yavaşça. Kesif bir rutubet kokusu çarpıyor burnuna…  Duvarlar ağlamış, yorgun, boyalar dökük dökük. Giriş katındaki daire merdiven altına kaçmış. Korkuluklar tutulsa elde kalacak, kir-pas içinde. Merdiven duvarlarında belli belirsiz yazılar… Tek yol devrim seçiliyor hayal meyal, zaman silgi gibi geçip gitmiş üzerinden.

Adımlamadan şöyle bir bakıyor basamaklara. Ne çok inip çıkmıştı bu merdivenlerden, hayatındaki iniş çıkışları gibi… Dalakalıyor; Nazım düşüyor aklına o an. Arayışlarına nasıl da yaramış o basamaklı büyülü düzen. Ne hecelere ne vezinlere sığamıyormuş ki görene kadar! Hikmet bulmuş Mayakovski’nin basamaklı dizelerinde. Coşkun ırmaklar gibiymiş ikisi de… Dizeleri çağıl çağıl inerken merdivenlerden baş aşağı, aydınlık kalplerin yücelerine tırmanmış put kırıcı iki dev… Ancak “Gelecekçiler ”in geleceği olmuyor belli! Karanlık kalpler hemen kurutma çalışmalarına girişmiş bu iki coşkun nehri aşılmaz barajlarıyla. Unutuyorlar, dereleri var onların. İnce ince sızıyorlar hâlâ yaşam ırmağına, bedeli ağır olsa da… Kendi boyadıkları geliyor aklına, gözleri aranıyor. Basamak basamak dizeler zor seçiliyor birinci kat sahanlığında: “Sokaklar fırçamız, alanlar paletimizdir!” Boyalar yetmezdi geceler boyu yazdıkları duvar yazılarına… İkinci kata yöneliyor merakla. İşte o da duruyor: “Ben de bir fabrikayım / kütükten kafaları yontarım ben de…” Gittikçe gerilere gidiyor… O da erken yaşta bulmuştu kendini hareketin içinde. Hapsi de boylamıştı elbette! Zorlansa da bırakmamıştı Leyla’sı tıpkı küçük aşk sandallarında olduğu gibi yanındaydı hep. Lakin her devrim evlatlarını yiyecektir sonunda. Sonsuz sandıkları aşkları da payını almıştı illâ!!! Leyla ile yürekleri bir çarpmayacaksa artık yaşamın anlamı ne ki? Mayakovski: “Aşk benim için her şey midir? Her şey ama başka biçimde… Aşk, bir yaşamdır. İşte bu en önemlisi! Şiir, iş, kısaca her şey buna bağlı. Aşk her şeyin kalbi! Bu kalp ölünce her şey ölüp gider, anlamsızlaşır. Ama yürek çalışırsa, her şey üzerine konuşulabilir. Yüreğimin çalışmasından yoksun kalırsam ölürüm.” Demiş ve tam kalbinden vurmuş kendini Lili’siz kalınca… Ama Tahsin yaşıyor hâlâ!!!

Birden hızlanıyor, merdivenleri ikişer ikişer çıkıyor en üst kata durmamacasına. Varınca ince bacakları sızım sızım, soluk soluğa nefes alıyor. Elleri dizlerinde eğilmiş soluğu düzelsin diye… Askerlerden kaçışları geliyor aklına, tazı gibiler o zaman yeni yetmelikleriyle… Yaş kırka üç kalınca böyle oluyor demek ki! Aniden doğruluyor, kahkahalara boğuluyor: “Hah-hah-hah—-“ Soluğu kesiliyor yeniden, “Soluklanmak ha!!!” diyor, yeniden başlıyor gülmeye, karnını tuta tuta dizlerine çökük: “Hah-hah-hah-hayyyy!”

Gülme krizi geçince doğruluyor, evlerinin yarı açık kapısından içeri geçiyor ağır adımlarla. Her yeri dolaşıyor tek tek, hiç acelesi yok!  Salona girince babası geliyor gözlerinin önüne. İş kazası sonucu ölüm döşeğinde… Hâlâ sitemlerde: “Bırak şu işleri!” Bir ağırlık hissediyor üzerinde, bakıyor ceketi lök ıslak, hayat gibi çökmüş omuzlarına. Çıkarıp fırlatıyor bir köşeye. Su, damlalar bırakarak ceketi takip ediyor, kuruyunca yok olacak izlerle. “Tahsiiinnn,” diye sesleniyor annesi mutfaktan, “Gel salçalı ekmeğin hazır!” Çocukluğunun iz düşümünün tadı geliyor damağına. Metrukhane mutfağına geçiyor. Mis gibi çay kokusu… Bardağı kavrıyor elleri. Sıcaklığını hissetmek bile kâfi titremesini geçirmeye. Kuru boğazını ıslıyor sıcacık! Annesinin dantel perdesi rüzgârın etkisiyle salınıyor dipdiri, yaşama inatla. Uzanıp öpüyor, “Affet!” diyor usulca. Ani bir hareketle camları kırık balkon kapısına yöneliyor, paslı kolu bastırıp açtığı gibi kendini dışarı atıyor. Rüzgâr yalıyor yüzünü. Yağmur dinik. Bir an gözü yan binanın balkonuna ilişiyor. Leyla’nın sesi geliyor sanki. Dinliyor, duyamıyor! Mektup geliyor aklına birden, üzerini yokluyor, yok! Dönüp bir koşu içeri geçiyor. Her yeri arıyor. Salonda bulur bulmaz hemen ceplerine bakıyor ceketin. Evet orada! Telaşla çıkarıp dikkatlice açıyor sırılsıklam kâğıdı, yırtılmasın diye özenle. Bazı kelimeler gözyaşı gibi süzülüyor:

Hepinize!

Yazıyor başlıkta… Bir iki de düzeltme…

İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü.
Hele dedikodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.

Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni.

İş değil bu,
biliyorum (kimseye de öğütlemem),
ama benim için başka çıkar yol kalmamıştı.

Lili, Leyla beni sev.

Hükümet Yoldaş! Ailem: Lili Brik Leyla, anam, kız kardeşlerim ve
Veronika Vitoldovna Polonkaya’ dan ibarettir.
Yaşamlarını sağlarsan, ne mutlu bana…

Bitmemiş şiirleri Brik’lere  verin, ne lâzımsa onlar yapar.
“Bir varmış bir yokmuş”
derler hani:
Aşkın küçük sandalı
hayat ırmağının akıntısına
kafa tutabilir mi!
Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…

Acıları
mutsuzlukları
karşılıklı haksızlıkları
h a t ı r l a m a y a  b i l e  d e ğ m e z:
Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.
Ve sizler mutlu olun
yeter.

Baştan sona bir daha okuduğu Son Mektubu katlayıp pantolon cebine yerleştiriyor. Salonu, mutfağı hızla geçerek balkona çıkıyor. Ne demiş Mayakovski: “Ceketimizi değil iç organlarımızı değiştirelim.” “Tam zamanı!” diyor, paslı demirlerden tutunarak balkon duvarına sıçrıyor atik. Sabit gözlerle bakıyor aşağıya… “Ne halka yar oldum ne Leyla’ya! Alın size, ‘Pantolonlu bir Bulut’ daha!” diyerek kendini boşluğa bırakıyor. Süzülüp gidiyor, lök gibi konuyor yere.