Bavulun açık kapağını öfkeyle kapattı. Sağından solundan sıkıştırarak fermuarı zorlukla çekti. Hayattan çaldığı mutlu bir yaşam dilimi daha bitmek üzereydi. Gözleri son kez mavi enginliklerde dolaştı. Ayrılmadan manzarayı beynine kazımak istiyordu. Bir türlü ayrılamadı. Sonunda “Hadi artık!” dedi kendine. “Çıkalım!” diye arkasına döndüğünde, odada yalnız olduğunu fark etti. Adam çoktan inmiş, hesabı kapatıyordu. Yanına vardığında gözü resepsiyondaki broşüre takıldı. Heyecanla uzanıp aldı. İnanamıyordu! Gökte ararken yerde bulmuştu.
Kiralık ciple tozlu köy yollarından kıvrıla kıvrıla çıkarlarken, Marmaris’in koyu yeşil renkli günlük ormanları epeyce aşağılarda kalmıştı.
“Boşuna Bayırköy dememişler! Baksana, git git bitmiyor!” dedi adam.
“Söylenme lütfen! Başka sevgili buldum diye kıskandın mı yoksa?” diyerek hınzırca gülümsedi.
Köye ulaştıklarında gün akşamüzerini bulmuştu. Bayırın tepesinde onu bütün ihtişamıyla görüverince sevgilisine hayran âşık gibi titredi.
“Aman Tanrım! Şuna bak! Muhteşem bir şey bu!” diyerek bağırdı.
Ulu ağaç, tepenin göbeğinde yükseldikçe yükselmiş, semaya kavuşmuştu sanki! Gölgesinde de mini bir kır kahvesi… Yaşlı köylüler onları görünce gülümsediler. Yine çılgın turistlerden sanmış olacaklar, “Velkamm, velkamm!” diye seslenip el sallıyorlardı. Selamlaştılar.
Gözünü çınardan alamıyordu. Nasıl bir haşmetti o öyle? Çalıştığı dergi için anıt ağaçlarla ilgili haber dizisi hazırlıyordu. Verilen listede yoktu. Danışmadaki broşürde gözüne takılmasa belki haberi bile olmayacaktı. Piyango vurmuştu.
Rahatsız etmekten çekinir gibi usulca yürüyerek yaklaştı ağaca. Beklediği sevgiliye kavuşur gibi kollarını açıp sıkı sıkı sarılarak kucaklamak istedi. Kolları yetmedi. Sevgilisini çağırdı hemen. Ama yine de elleri kavuşamadı. Kahveden, “Üç, üç!” diye bağırıyorlardı.
Bir müddet öylece sarılı kaldı koca ağaca, öptü, okşadı, konuştu onunla. Hayranlığını dile getirdi. Kaç yaşındaydı acaba? Kesin bin vardır diye geçirdi içinden. Köylüler de doğrulayınca bingo dedi. Bin yıl inanılmaz geliyordu kulağa. Sevgilisine hasret bir âşık gibi dolandı çevresinde, içine çekti onu adeta, duyumsadı, bir oldu, bütün oldu sanki onunla. Hisleri fotoğraflarına da yansısın istiyordu.
Yere yatmış, titizlikle devasa çınarın fotoğraflarını çekmeye çalışıyordu ki aniden sordu:
“Söyle bakalım: Ağaç, kadın mıdır? Erkek midir?”
“O ne biçim soru öyle alla sen? Erkektir tabii ki… “
“O kadar eminsin yani! Ama bence kadın… Yaşına baksana; siz bu kadar dayanamazsınız,” deyip kıkırdadı.
“Hayır efendim. Görmüyor musun o tam bir kumandan. Ancak bir komutan böyle bir yere konuşlanabilir. Şu panoramaya bak. Her yere ulaşabilirsin. Ama kim sana ulaşabilir? Bu mevkiden kazanılmayacak zafer yoktur,” dedi adam, muzaffer bir edayla.
“Ne yani erkekler her daim komutan ve ulaşılmaz mı?”
“Tabii ki! Bak, bir fotoğrafı için yerle bir ettin kendini, toz toprak içinde,” dedi, alaycı gülümseyerek.
Üstünde durmadı:
“Biraz daha beklesek; gün batımını da karelemek istiyorum.”
“Benim için hava hoş. Kahvede pinekler, dedelerle hoşbeş ederim,” diyordu adam uzaklaşırken.
“Evet,” diye seslendi ardından: “Senin kumandanın son neferleri bunlar!”
Öylesine aklına geliveren soru kafasına takılmıştı. Sanki ikisi birdendi. Hem erkek hem kadın; bir gövdede iki can, iki ruh misali…
Sevgilisinin söylediklerini düşününce de, “Evet, evet; erkek olmalı!” diyordu. Kalın kabuğu bunun göstergesiydi. Oysaki dallarına, yapraklarına bakınca da ana kucağı gibi geliyordu. Gövdesinden bin bir yavru çıkan. “Yapraklar da torunları herhalde!” diye gülümsedi.
“Kadınların yaşları yüzlerindeki kırışıklıklardan, ağaçların yaşlarıysa gövdelerindeki halkalardan belli oluyormuş,” diye düşünürken, birden gözünde, yüzünde bin bir kırışıklı, tek dişli bir nine canlanıverdi. Nine ne kadar göçükse çınar, aksine o denli heybetliydi. Belki de zeytin, kiraz, şeftali gibi meyve verenleri kadın; çınar, çam gibi meyvesizleri de erkek saymak gerekiyordu.
Kafası karışmıştı. Nereden gelmişti şimdi bu saçma soru aklına? Sonradan hatırladı; bu tip manyaklıklar dil öğrenirken vardı: Yok bu eril, yok şu dişil… “Oralardan kalmış belli. Her türlü varlığı insanlaştırma merakı. Ne garip!” diye düşündü. Kadın mıymış, erkek miymiş? Ona neydi ki? Sevişecekti sanki. İçinden çıkamadığı fikri “Neyse ne!” diyerek kafasından uzaklaştırdı. Nasıl olsa bin yıl geçse de içinden çıkamayacaktı.
Yere oturarak, arkasını ulu çınara yasladı ve kendini gün batımının güzelliğine bıraktı. Veda eden ama bir türlü kopamayan iki sevgili gibiydi günle ağaç. Gün, usul usul giderken, bin yıllık çınarın yapraklarını kızıldan pembeye bin renk cümbüşüyle, sitem etme dercesine okşuyor, ulu çınar ise sevgilisinin dayanamayıp döneceğini sezen bilgeliğinin edasıyla vakur, dimdik ayakta duruyordu.
Arkadan gelen sesle irkildi:
“Hadi söyle bakalım: Gün batımı erkek midir, kadın mıdır?” diyordu sevgilisi, pembeliğin yüzüne vuran tüm güzelliğiyle.
Hiç ses etmedi. Bir el hareketiyle onu yanına oturtarak sarıldı. Anın büyüsü bozulsun istemiyordu. Tablo güzelliğindeki manzarada kendilerini resmederek, ölümsüzleştirmek istedi. İçindense “Bence kadın; unutmayasın diye nasıl da kur yapıyor, baksana!” diye geçiyordu. Sonsuza dek olmasa da bin yıl öyle kalabilmeyi diledi.
Seneler sonra yolu yine ulu çınara düşünce onu tekrar göreceği için çok heyecanlıydı. Yol bitmek bilmiyordu. Nihayet vardığında şaşkınlıktan gözlerine inanamadı. İlk bakıştıkları an, dallarındaki hüznü iliklerine kadar hissetti. İçi titredi.
Ulu çınar, gözlemeci, çaycı, turistik eşyacı, doğal ürün satıcısı bir sürü küçük dükkânla kuşatılmış, yapraklarının sonbaharı kavuşmak için beklediği toprağın üstü ve dahi ayakuçları taşlarla kaplanmıştı. Amma velakin mezar taşı misali bir kimlik tabelası hiç mi hiç ihmal edilmemişti. 1880 yazıyordu. Tamı tamına 1880… Yaşı buydu demek! Yaşı gibi, boyu posu, endamı, cinsi, her tür fiziki özelliği de unutulmamıştı. Kimlik tamamdı. Kişiliktense kimsenin haberi yoktu, yediği darbelerden de… Umurlarında mıydı sanki! Envantere alınmış bir metaaydı o artık. Pazarlama vaadi de unutulmamış, etrafında dolaşmanın mutluluk verdiği, ömrü uzattığı yazılmıştı.
Düşündükçe hüznü arttı. Alt tarafı on beş, yirmi sene içerisinde ne çok şey değişmişti. Şimdilerde buna gelişme diyorlardı. Oysaki düpedüz yozlaşmaydı.
Kadın mı erkek mi diye konuştuklarını anımsadı. Öfkeyle gülümsedi; ne fark ederdi ki? “Sadece canlı olduğunun farkına varsak yeterdi!” diye söylendi. Eskiden olduğu gibi ona sarılmak istedi ama aralarında demir parmaklıklar vardı. “Hay böyle korumaya!” diye yine söylendi.
İnsanlar ona dokunmalı, dokunabilmeliydi. Yoksa nasıl mutluluk verip alabilirdi ki? Mutluluktu asıl olan, ömrü uzatan… Hâlbuki şimdi mapustu. Mapusluksa hiç ona göre değildi. Hastalanmıştı besbelli. Orası burası yama içindeydi.
Doğa, insanoğlunun elindeki kaderinden kaçamayacaktı anlaşılan. İki bine yirmi kala bunca yıllık yolculuk sonunda zamanın ruhuna o da teslim olmuştu. Ruhu uymasa da cismi uymuş, bir pazarlama ikonu olmuştu “artık” bir yaşam tadında…
Kalemine sağlık eski dostum. Ne duygu yüklü bir anlatım..
çok canlı bir anlatım, sadece okumadım her anını yaşadım sanki. yüreğinize sağlık .