Hoş geldiniz Başak Baysallı. Bizi kırmayıp konuğumuz olduğunuz için teşekkür ediyoruz. Fresko Apartmanı hakkında “koku” temalı bir söyleşi yapmak istediğimi söylediğimde şaşırdınız ve ilk kez kitabınızla ilgili böyle bir yorum aldığınızı ilettiniz. Oysa ben kitabınızı satır aralarından sızan kokular eşliğinde okumuştum. Elbette bir kitap her okuyucu için farklı duygular ya da duyular eşliğinde okunabilir. Sizce de her evin, her semtin hatta her şehrin kendine özgü bir kokusu yok mudur? Bu bakış açısıyla düşünürseniz Fresko Apartmanı’na sinen kokular nelerdir?
Elbette her mekânın kendine has kokusu vardır. Geçmişi yalnızca görüntülerle değil, koku ile de hatırlarız. Çocukluğumuzun geçtiği evi ya da yaşadığımız bir şehri düşündüğümüzde kokular, sesler de beraberinde gelir. Tarhana çorbasının kokusu bana daima kış mevsimini ve çocukluğumda ailemle yaşadığım evi hatırlatır mesela. Sizin de söylediğiniz gibi Fresko Apartmanı’na sinen birtakım kokular var. Terastaki çiçeklerin kokusu, özellikle ıtırşahilerin… Rüya’nın yaptığı irmik helvasının, terasta kurulan sofradaki yemeklerin, Ani’nin likörlerinin kokusu… Tüm bunlar geçmişin taşıyıcısı bir bakıma… Ani likör yaparken İtalya’daki günlerini, Rüya karanfili kokladığında annesini, Kirkor ise çiçekler aracılığıyla Matilda’yı hatırlıyor.
Mekân olarak seçtiğiniz Kuzguncuk İstanbul’un nadide semtlerinden biri. Sadece seyre doyamadığımız evleriyle değil tarihiyle de ayrı bir dünya yaşatıyor gezenlere. Sevim Burak da Kuzguncuklu diye biliyorum. Onun öykülerinde de semt yaşayan bir karakter gibidir. Kuzguncuk sizin hikâyenizin ana mekânı haline nasıl geldi?
İstanbul’un her semtinin ayrı bir güzelliği var. Şehrin sokaklarında dolaşmak benim için öykü yazabilmenin ilk adımı. Görüntüleri seyretmek, seslere kulak vermek, yürümek, düşünmek… İstanbul, birçok hikâyeyi getirip önümüze bırakan bir şehir. Öte yandan Kuzguncuk çok sevdiğim semtlerden biri. Kitabın hikâyesi zihnime düştüğünde dedim ki Boğaz kıyısında bir apartmanın hikâyesini anlatmalıyım ve bu apartman 6-7 Eylül’ün izlerini taşımalı ve bu izleri ben Kuzguncuk’ta buldum. Kapı tokmağının dökülmüş boyası, pencere pervazındaki kurumuş çiçek, çıkmaz sokaktaki mimoza ağacı mesela… Gerçek dünyaya ait tüm bu ayrıntılar başka bir gerçeklikle yerleşiyor metne elbette.
Çok ödüllü bir yazarsınız. Öyküleriniz birçok edebiyat yarışmasında dereceye girdi. Ancak geleneğin aksine ilk öykü kitabınızda ödüllü eserlerinize yer vermek yerine tamamen farklı bir kurguyla okuyucunun karşısına çıktınız. Ayrı ayrı öyküler şeklinde de okunabilen Fresko Apartmanı’nı ilk kitap olarak seçme nedeninizden, oluşum sürecinden biraz konuşabilir miyiz? Bir de sizi yeni tanıyacak olan okurlarımız için bize Başak Baysallı’yı anlatabilir misiniz?
Uzun zamandır İstanbul’da yaşıyorum, edebiyat öğretmeniyim. Bir süredir de yazıyorum. İlk öyküm 2016’da Öykülem adlı dergide yayımlanmıştı, o günden beri disiplinli bir şekilde yazdığımı söyleyebilirim. Bir kenarda biriken çok öyküm var, ancak ben onları öylesine bir araya getirmek istemiyorum, acele etmek istemiyorum, her öykü ait olduğu kitabı zamanla bulsun istiyorum. Fresko Apartmanı’nın hikâyesi zihnimde belirmeye başladığında ben kocaman bir duvar resmi seyrediyor gibiydim. 1940’lı yıllardan günümüze uzanan bir hikâyeyi tek kitapta anlatamayacağımı idrak edince parçalar halinde yazmayı tasarladım. Fresko Apartmanı da hikâyenin ilk kitabı olarak ortaya çıktı.
“Koku” temasına tekrar dönecek olursak kitabın sonuna doğru bir sofra kuruluyor. Bu öyle bir sofra ki hazırlıkları tören gibi yapılıyor. Hatta masada yer alan her yemeğin tarifine, neden orada olduğuna dair -kültürel geçmişiyle birlikte- bilgiler veriyorsunuz. Sofra aynı zamanda edebiyatta çok güçlü bir metafor. Kültürel zenginliği, çeşitliliği, birleştirici gücü ifade ediyor. Hikâyede geçen sofrada birbirini sevsin sevmesin herkes bir araya geliyor ve yıllarca gizlenmiş bir sır ortaya çıkıyor. Bu sahneyi çok naif kurgulamışsınız. Yemeklerle ilgili mutlaka bir araştırma var… Yahudi kültüründe sofranın önemi nedir?
Hepimiz için sofra çok önemli değil mi? Sofrada buluşmak tüm toplumlar için bazı anlamlar taşıyor. Bir arada olmak, sevinci ve acıyı paylaşmak… Düğünlerde de sofra kuruyoruz cenazelerde de… Kurulan sofranın etrafında bir arada bulunmak bizi hayata bağlıyor, şu çivisi çıkmış dünyaya dayanma, kötülükle mücadele etme gücümüzü çoğaltıyor. Sofrada yalnız olmadığımızı anlıyoruz. Sözünü ettiğiniz bölümü yazarken elbette bazı araştırmalar yaptım, tariflerin hikâyesini bilenlere danıştım, hayal de kurdum tabii. İsmail ile Kirkor mutfakta akşam için hazırlık yaparken ben de oradaydım, yemeklerin tadına bile baktığımı söylesem yalan olmaz. Şimdi geriye dönüp baktığımda terastaki sofrayı yazarken kendimi iyi hissettiğimi hatırlıyorum, o sohbete ortak olmak beni mutlu etmişti. Hikâyenin kendisi hüzünlü olsa da…
“Erkekler yakıp yıkarken kadınlar iz bırakacak. Burada olduğumuzu, yaşamı sevdiğimizi haykıracağız. Cevriye’nin saçlarındaki fosforlar gibi parlayacağız! Tüm kötülüklere inat!” Bu cümleler karakteriniz Nadia’nın ağzından sanki tüm kadınlar adına dökülmüş gibiler. Edebiyatınızda kadın kahramanların yeri hakkında neler söylemek istersiniz? Benim bu kitapta gördüğüm kadarıyla inandıkları şeylerin peşinden giden, yılmayan ve güçlü kadınları yazıyorsunuz…
Roman ve öykülerdeki kadın kahramanlar iyi ki varlar, iyi ki yaratıldılar. Öncelikle bir okur olarak onlardan güç aldığımı söyleyebilirim. Leyla Erbil’in, Tomris Uyar’ın, Sevgi Soysal’ın ve daha nice yazarın yarattığı kadın kahramanlar olmasaydı sesimi bulamazdım belki de. Onların yürüyüşünden, sözlerinden, kahkahasından ilham alarak yaratmaya çalışıyorum ben de. Bıraktıkları izler daima benimle. Nadia’yı yazmak istediğimde nereden başlayacağıma karar verememiştim, Fosforlu Cevriye’nin sesine kulak verince her şey çözüldü, Nadia kanlı canlı bir karakter olarak belirdi ve öyküde Fosforlu Cevriye ile buluştu.
Kitabın son öyküsü “Tahta Bavul” aynı zamanda ana hikâyenin özeti gibi. Sinopsis gibi de okunabilir mi? Bu öyküde “Kalmak ve gitmek arasında kuruludur düzen,” diyor Defne. Dedesinin ona küçük bir kızken söylediği şu sözleri hatırlıyor: “Biz Türkçenin konuşulduğu topraklarda gözümüzü açtık. Her şeyi bu dilin mantığı ahengiyle kavradık. Ne olursak olalım, hangi inanca bağlanırsak bağlanalım, kökenimiz bize ne derse desin biz o topraklara aitiz. İnsan, ait olduğu toprakların dilinde kendini var edebilir. Gün gelecek hikâyenin sırrını bu dilin incelikleriyle çözebileceksin. Öğrendiklerini, kendi ruhunda yeni bir dile dönüştürdüğünde bir başkasına aktarabileceksin, ancak o zaman bütüne ulaşacak ve tamamlanacaksın.” Bir yerden gitmek zorunda kalmak insanı doğduğu büyüdüğü yere yabancılaştırır mı? Bir başka soru; bu hikâyedeki kahramanlar için gitmek mi kalmak mı zordu?
Bir yerden gitmek zorunda kalmak bir çeşit sürgün. Göç de sürgün de yabancılaşmayı beraberinde getiriyor, diye düşünüyorum. Doğduğun, büyüdüğün yerden uzaktasındır; ama gittiğin yere de bir türlü ait hissedemezsin. Gidiş, gönüllü bir gidiş değilse daha zordur. Geride bırakılan her şeye duyulan özlem, ayrılık acısı… Öte yandan gittiğin yere alışamamak, orayı benimseyememek… Fresko Apartmanı’nın sakinleri de bunu tartışıyor hep. Hayallerindeki gibi bir hayat kuramayan Rüya, İstanbul’a uyum sağlamaya çalışan İsmail, gitmek ve kalmak arasında bir türlü karar veremeyen Ali Turhan… Bu soruya yanıt vermek çok zor. Günün sonunda gitmek de kolay değil kalmak da…
“Anlatmak, hatırlamak; hatırlamak da acı çekmektir,” diyor Ani. Kirkor’un Defne’nin gelişiyle gün yüzüne çıkartmak zorunda kaldığı acı hatıralarıyla ilgili. Acı çekmemek için unutmak mı gerekir? Unutmak insanın içinde açılan yaralarına sürdüğü uyuşturucu bir merhem midir?
Daima hatırlayarak yaşamak da zor her şeyi unutarak yaşamak da… Hatırlamak hesaplaşmayı, yüzleşmeyi ve anlaşmayı, barışmayı beraberinde getiriyorsa anlamlı…
Matilda’nın Bahçesi’ne değinmeden olmaz. Bahçe de edebiyatta çok kullanılan güçlü bir metafor. Sizin öykünüzde Matilda’nın Bahçesi birçok anlamda güçlü bir öge. Önce bu söyleşiyi okuyup sonra kitabı okuyacakların keyfini kaçırmamak adına detay vermek istemiyorum ama güzellikleriyle birlikte acıyı da barındıran bir yer orası. Her şeye rağmen bahçeyi yeşil tutmaya çalışmak konusunda Kirkor’un çabası hakkında neler söylemek istersiniz?
Kirkor geçmişle hesaplaşmış bir karakter. Kötülükten değil, iyilik ve güzellikten yana. Başına gelenlere öfkelenip durmak yerine iyimserlikle bakmayı tercih ediyor hayata. Kötülüğün izlerini taşıyan terasta bahçe kurması da hep bundan. İyiyi ve güzeli çoğaltmak…
Fresko Apartmanı ile ilgili yaptığınız röportajlarda üçleme düşündüğünüzü okudum. Kahramanların ayrı ayrı hikâyelerini okumayı çok isteriz. Nasıl bir proje var aklınızda? Yakın zamanda çıkacak olan kitabınız bu üçlemenin ikincisi mi olacak?
Evet, yakında çıkacak olan kitabım Fresko Apartmanı’nın hikâyesini tamamlayacak parçalardan biri, üçlemenin ikinci kitabı. Fresko Apartmanı’nda adı geçen, ama hiç görünmeyen Eleni’yi merkeze alarak yazdığım bir roman bu. Eleni’nin, Kirkor’un, Avram’ın, Matilda’nın ve onların ailelerinin 1940-1954 yılları arasında yaşadıklarına odaklanıyor. Üçüncü kitapta da Avram, Nedim ve Defne’nin hikâyesini yazacağım, Defne her şeyi öğrendikten sonra ne yapacak, nasıl bir hayat kuracak? Bu sorulara yanıt arayacağım.
Çok teşekkür ediyor, yeni kitabınızı heyecanla bekliyoruz.