Öleceğim bu gece ben.
Ve tekrar doğacağım tan yeri ağarırken. Sancılı olacak doğumum. Katili ve ebesi olacağım kendimin. Anasız babasız yaşlanacağım yeniden.
Perdeler uçuşuyor nedense. Camlar kapalı oysa. Hapishane gibi odam. Siyah camlarda ölümün yansımaları. Parmağıma takılı bir mandal. Bütün parfümlere inat ölüm kokuyor hastane odası. Fırtına başlıyor durup dururken. Yerimden kalkıyorum. Gövdem yatıyor yatakta, ben kendimden çıkıyorum. Biliyorum, pencereden biri bakıyor. Üçüncü kattayız, böyle bir şey olamaz, saçmalıyorum. Titreyen ellerimle çekiyorum beyaz örtüleri. Kefenim demirden yapılmış. Bedenim buz gibi. Camdan biri bana gülümsüyor. Korkmuyorum.
Başında defne yapraklarından yapılmış bir taç var. Kıvırcık saçları alnına düşüyor. Üzerinde beyaz toga, tüyleri özenle alınmış genç bir adam. Elindeki altın kadehi uzatıyor. Camın eridiğini görüyorum. Öteki zamanlardan bana uzanan kadehi sorgulamadan alıyorum. Götürüyorum dudaklarıma. Gözlerim genç adamın mavi gözlerinde kilitli. Kana kana içiyorum kan renkli zehri.
Zencefil, bal ve aşk tadında bir sıcaklık yayılıyor tüm vücuduma. Tanrıların içkisi bu, önceki hayatlarımdan tanıyorum. Uyuyan bedenim nektarı ilk defa tadıyormuşçasına irkiliyor. Zihnim ve bedenim iki ayrı evren. Bir ergen öpücüğü gibi saflık kokuyor nefesim.
Gülümsüyor genç adam. Tuniğini kaldırıyor. Cinsel organı yerinde bir boşluk var. Vitrin mankeni gibi pürüzsüz bir tümsek duruyor. Yüzünde iç acıtan bir gülümseme. Benden yardım istiyor. Her erkekte yaşadığım o duygu. Ben bu adamı tanıyorum. Önceki hayatımdan geliyor. Karşımda babam duruyor.
Yatağımın başında dolanıp duruyor. Hemşireyi çağırmak istiyorum fakat sesim çıkmıyor. Tüysüz ellerini uzatıyor boynuma. Kızıyor bana intihar ettiğim için. Oysa kendisi kaç kere öldürdü beni, dayaklarıyla, küfürleriyle. Kavga etmek istemiyorum. Bu benim ölüm gecem. Kendi kanımda, yalnız boğulmak istiyorum.
Kapatıyorum gözlerimi. Derin derin nefes alıyorum. Nasılsa bu son, bitecek sabaha. Eskidendi canı acıyan ben. Yeni bir bedenle doğacağım namazla. Ben çoktan vedalaştım kendimle. Çenemi kaldırıyorum. İyice açıyorum açıyorum boynumu. Boğazlasın da her bayram kestiği kurbanlık koyunlar gibi, rahatlasın istiyorum. Babam nasırlı parmaklarıyla ağzımın kenarından akan nektarı siliyor. Ağzımda kan tuzu.
Babam “bu bizim aile sırrımızdı” diyor, “kimse bilmeyecekti hani?”
“Ben kimseye bir şey söylemedim!” Yalvarıyorum, ağlıyorum. Dinlemiyor. Ağzımı parmaklarının arasına alıp, yüzünü yüzüme yaklaştırıyor. Nefesi kan kokuyor. Bu kaçıncı erkek bilmiyorum ama her birinde aynı korku, aynı acı bedenimi yeniden sarıyor. Hemşireler neden sesimi duymuyor. Kan gölüne dönüyor odam. Yatağım hayırsız ada. Siyah bir enik ben.
Kalbime çok şiddetli bir ağrı saplanıyor. Döşüm yırtılıyor. İçeriden binlerce meme ameliyat masasına saçılıyor. Babam kahkahalarla gülüyor. Kan denizinin köpükleri bükülüyor. Karşımda annem duruyor.
Annem itiyor ellerini babamın. Şefkatle öpüyor dudaklarımdan. Hayranlıkla bakıyor bana. Kulağıma fısıldıyor sevgisini. “Senin adın Attis” diyor. “Oğlumsun” sen benim. Gizliden gizliye babasına âşık olan, o herkesin hayran olduğu altın saçlı çocuk muyum ben? Babasının evliliğine dayanamayan, Sangrios nehrinin kan renkli sularında can veren mavi gözlü delikanlı.
“Sen de baban gibisin. Hem doğuran hem doğurtansın. Küllerinden yeniden doğmaya mahkumsun. Hem ana baba, hem de çocuksun.”
Anlamıyorum ne dediğini. Başka bir dilden konuşuyor. Ama biliyorum, benden önce yaşanan acıların ortak anıları bunlar. Babam serum hortumunu çekerken annem onu izliyor. Aşık kadınlara has o garip ifadeyle bakıyor kocasına. Eski bir savaşın tek nedeniymişim gibi her yerime saplanıyor mızraklar. Derinden bir melodi duyuyorum.
Keçi ayaklı bir erkek dansa davet ediyor beni. Flütüyle uhrevi şarkılar çalıyor. Annemin elli-iki-Mevlut’u okunurken yan odada, dağlıyorum kendimi. Babam ateş olmuş, cinselliğimi yakıyor.
Çok severdi beni. Her babanın oğluna duyduğu türden bir sevgi değildi bu. Annem farkındaydı her şeyin. Çok bağlıydı, tapardı kocasına. Âşık olmuştu o boylu poslu gence, görünce bir düğünde. İkisi de çok yakışmışlardı birbirlerine. Ve gerdek gecesi öğrenmişti annem o acı gerçeği. Kocası hem erkek hem kadın. O iki muhteşem ölümlü, herkesin gıpta ettiği iki aşık, aslında kadim bir lanetle bağlanmıştı birbirine.
“Benim adım Agattis” dedi babam, “karım Nana kadar anayım sana.”
Bunları duymak istemiyorum. Sırlarını taşımaktan yoruldum. Gitsin istiyorum artık. Beni yalnız bıraksın herkes. Eski kendimle vedalaşayım, her ne kadar sevmesem de o da ‘ben’im sonuçta. Doğum sancılarım başlıyor. Olmayan rahmimden kanlar akıyor. Odam Sangrios nehri gibi kıp kırmızı bir girdaba dönüşüyor. Parlak gri seramikler görünmüyor artık. Yatağım ahşap bir sal, kap kara bir deliğe doğru hızla sürükleniyorum. İşte başardım sonunda, nihayet ölüyorum.
Karanlığın içinde bir tohuma dönüşüyorum. Toprakla kapatıyorlar mezarımı. Tenimi yırtarak büyüyor kollarım. Yeşeriyorum, çiçekler açıyorum hızla. Nergis çiçekleriyim ben. Seramiklerde bakıyorum yüzüme. Kendi yansımama âşık oluyorum. Babamdan daha yakışıklıyım ve anamdan daha güzel. Mavi gözlerimi kıskanıyor herkes, sarı saçlarıma gıpta ediyor. Hasetten kesiyorlar çiçeklerimi. Vazoda duruyorum şimdi yatağımın baş ucunda. Ağzımda kurumuş kan pasları, kumlar kadar hasretim bir yudum suya.
Uzaktan flüt sesleri geliyor. Hiç duymadığım ve çok iyi bildiğim bir melodi bu. Bedenimi hissetmeye başlıyorum yeniden. Bin ton ağırlığında dökme demir gövdem. Ayağa kalkıyorum. Hücre büyüyor aniden. Pencere çok uzun bir koridorun sonunda. Birkaç adım atabiliyorum ancak. Ama orman kokusu alıyorum. Ve defne yaprakları düşüyor üzerime. Zeus’un tecavüzünden kurtulmak isterken ağaca dönüşen Daphne ağlıyor ölümüme. Göz yaşlarının değdiği yerlerde uzun, siyah kıllar bitmeye başlıyor kasıklarımda. Güçleniyor tüylü bacaklarım. Seramiklerin soğuğunu hissetmiyorum. Keçi ayaklarım sesler çıkarıyor parlak seramiklere değdikçe.
Tanrıça Artemis koluma giriyor aniden. Nerden çıktı bu kadın? Memelerimi gizlemeye çalışıyorum. Kıskanacak güzelliğimi diye düşünürken ben o ellerimi tutuyor şefkatle. Buz gibi soğuk teni. İçinden geçebileceğim kadar şeffaf mermerden yapılmış bedeni. Odadan çıkıyoruz. Görünmeyen tanrıçayla volta atıyorum sonsuz labirentin içinde. Kulağıma fısıldıyor babam gibi o da. “Attis” diyor, “artık kutsal evime girebilirsin. İstersen sonsuza dek kalabilirsin Efes’teki tapınağımda.”
Hapse sokamaz beni kimse. Kandıramaz tatlı sözlerle. Kaçıyorum. Ardım sıra geliyor beyaz başlıklı rahibeler. Artık uçma zamanı geldi biliyorum. Birazdan güneş doğacak. Yeni günle birlikte çiçekler açacak rahmim. Döl yatağımdan Sangrios nehri gibi akacağım dışarıya. Babamın girdiği pencereyi kırıyorum. Nehir perileri okşuyor yüzümü. Vazodaki nergis çiçeklerinden bir taç koyuyorlar başıma.
Ben tüm tanrıların anası, toprağın ta kendisi, tanrıçaların tanrıçasıyım ben. Bereket tüm bedenimde benim. Başkasının çocuğunu doğuramam belki, ama kendi kendime gebeyim.
Babam Agattis gibi hem çift cinsiyetliyim ben hem de cinsiyetsizim. Annem Nana gibi sırlarımla intihar ediyor, ninem Artemis gibi her baharda yeniden doğuyorum. Boynunuza taktığınız, kolunuzda gezdirdiğiniz o kefenli böcek yok artık. Rengarenk bir kelebek doğuruyorum kendimden. Kanatlarımın yanar döner tülleri uçuşuyor alaca karanlıkta. Renklerim büyülüyor beni. Kollarım metrelerce uzun. Gelinliğimle göz kamaştırıyorum. Nikahıma hazırım işte. Sangrios nehri kocam olacak, bekliyor ormanın içinde bir yerlerde. Pan flüt çalıyor, davullara vuruyor nehir perileri. Gökyüzü renk değiştirirken kendimi boşluğa bırakıyorum. Daha önce hiç yaşamadığım bir boşluk duygusu sarıyor her yanımı. Varoluşumdan kurtuluyorum. Zamansızlığın içinde huzur buluyorum.
Kanımla sulanıyor bitkiler. Bilinmez kaçıncı defa kan rengi açıyor Sangrios kenarında çiçekler. Bir ağaç altına gömülüyor cinselliğim. Ve ben badem dallarını göğsünde açtıran nehrin, kocamın kan rengi sularıyla bütünleşip yeniden doğuyorum.
Doktor ameliyatın başarılı geçtiğini söylüyor. Bir Artemis rahibesi vazodaki çiçeklere su veriyor. Kız doğurmuş bir annenin gururunu yaşıyorum. Doktor adımla hitap edemiyor. ‘…. Bey’ değilim artık. Bana sadece Attis deyin. Bir çam ağacıyım ben. Alnımda namusu uğruna can veren Defne’nin yaprakları, eteklerimde yüzlerce arı var. Eteklerimin arkasına saklıyorum iki toynaklı ayaklarımı. İki elimin altında iki pars, arkamda nöbet tutuyor tüm vahşi hayvanlar…
Evet, Attis’im ben… Zeus’un torunu. Hermafrodit Agattis’in cinsiyetsiz oğlu-kızı. Sakarya nehrinin döllediği, kendi kanıyla beslenen annenin kız-oğlan-kız evladı…
Geçmiş hayatımın en uzun gecesi bir ölüm ve bir doğumla sonlanıyor. Sabah ezanını müteakiben sessiz sedasız defnedilirken cenazem, devlet hastanesinde kan rengi bir çiçek açıyor. Işığı seviyorum. Artık ben de sizin gibi tek cinsiyetli olmanın haklı gururunu yaşıyorum…